İkinci Endülüs Olmamak

Tüm şehitler için Kur’an okuyoruz. Ardından değerli üstadımız dua ediyor. Bizler de âmin diyoruz.

Evliya Çelebi’nin anlattığı o rüya birçoğumuz tarafından bilinmektedir. Belki unutanlar için yeniden anlatmak gerekirse; Evliya Çelebi bir gece rüyasında âlemlerin Efendisini (s.a.v.) görür. Peygamberimizin huzurunda mübarek, pak olan elini öpmeyi ve ondan şefaat istemeyi diler. Efendimizin mübarek elini öptükten sonra sıra şefaat istemeye gelir. Tam o sırada “Şefaat ya Rasûlallah” diyecek iken birden dili sürçerek “Seyahat ya Rasûlallah” der. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (as.) mütebessim bir yüz ifadesiyle “Seyahat de senin Şefaat de senin” şeklinde buyurur. Bu sadik rüyayı gördükten sonra heyecanla uyanır.

Bunun neticesi olarak Evliya Çelebi, Osmanlı coğrafyası içerisinde birçok yeri gezer. Meşhur eseri olan Seyahatnamesini böylece yazar.

2007 senesinin Kasım ayında Gent şehrinden değerli üstadımızla ve ihvanlarla birlikte Bosna-Hersek’e gitmeye karar verdik. İsmini özellikle savaş zamanında çokça duyduğumuz Bosna-Hersek’e gitmek bizim için çok heyecan verici bir durumdu. Özellikle değerli üstadımızla beraber seyahat etmek ayrı bir heyecan ve mana katmaktaydı.

Karayolu ile varacağımız için güzergâhımız Lüksemburg, Almanya, Avusturya, Slovenya, Hırvatistan ve nihayetinde Bosna-Hersek olarak belirlendi.

Akşam sularında Gent şehrinden yola ciftik. Lüksemburg’a vardığımızda kısa bir mola verdik. Arabamızın ihtiyacı olan akaryakıtı aldıktan sonra yolumuza devam ettik. Almanya’ya geldiğimizde bir ihvanımızın evine yemek ve namaz ihtiyacımızı gidermek için uğradık. Sağ olsun kendisi bize mükellef bir sofra hazırlattırdı. Yemekler yenildi, çaylar içildi. Yatsı namazını cemaat yapıp kıldıktan sonra yolumuza kaldığımız yerden devam ettik. Gece ve mevsimlerden sonbahar olması hasebiyle Almanya karayolunda ilerlerken bizi yoğun bir sis bulutu karşıladı. Öyle ki anlık olarak görüş mesafesinin sıfır noktasına indiğini bizzat gördük ve yaşadık. Yoğun sis bulutu içerisine girip çıkmak sanki karanlıklardan aydınlığa kavuşma hissi uyandırdı bizde...

Sabah güneşinin doğmasına belli bir süre var iken Avusturya sınırlarına giriyoruz. Bir akaryakıt istasyonuna arabamızı park ettik. Abdestlerimizi aldıktan sonra yere serdiğimiz seccadelerde sabah namazını eda ettik. Sonra sıcak bir şeyler içtikten sonra kaldığımız yerden yolumuza devam ediyoruz.

Avusturya’nın doğa yapısı itibariyle yeşilin her türlü tonlarını bulabileceğiniz ormanlarını, karla kaplı yüksek ve ihtişamlı dağlarını, Allah’ın yeryüzündeki ayetleri olan bu eserlerini seyrederek ve derin tefekkür ederek yolumuza devam ediyoruz.

Avusturya’dan sonra Slovenya’ya giriyoruz. Küçük bir ülke Slovenya. Bakımlı yolları ve sahip olduğu güzel tabiatı ile dikkatimizi çekiyor. Kısa bir akaryakıt molası verdikten sonra Hırvatistan’a giriyoruz. Yolların Slovenya’nın ki gibi bakımlı olmaması gözden kaçmıyor.

Hırvatistan AB ülkesi olmadığı için ortak para birimi olan Euro’nun kullanılmadığı bir ülke. Bu durumu özellikle Hırvatistan gümrüğüne girdiğinizde daha iyi fark edebiliyorsunuz. Geçiş ücreti alırken kur farkından dolayı kendi para birimlerini kullanıyorlar. Hatta bununla ilgili bir kısa anekdotu yeri gelmişken anlatmak istiyorum. Bizden talep edilen miktarı Euro karşılığında istedi gişe memuru. Gişenin yanında ödemeniz gereken tutarı gösteren elektronik bir ekran mevcut. Şoförümüzün yol yorgunluğunu ve dalgınlığını fırsat bilen gişe memuru büyük bir pişkinlikle ödenmesi gereken miktarın fazlasını haksız olarak alıyor. Bunu fark eden başka bir ihvanımız, gişe memuruna haksız olarak fazladan aldığı miktarı geri ödemesi gerektiğini sert bir şekilde söylüyor. Bunun üzerine sert kayaya çarptığını anlayan gişe memuru suçluluk psikolojisi içerisinde, itiraz etmeden fazla ödenen miktarı geri iade ediyor. Daha sonra öğreniyoruz ki bu güzergâhtan her sene Türkiye’ye izine giden insanımız bize uygulananın aynısı ile karşılaşıyorlarmış. Haksız yere elde edilen kazançların haddi hesabi yok. Neticede bu kötü davranışın bu kişinin yanında kar kalmaması gerekiyor. İşte hesap gününün varlığı bir kez daha haklılığını ortaya koyuyor.

Hırvatistan yolunda devam ederken yemek ve namaz için mola vermemiz gerekiyor. Zagreb yakınlarında bir akaryakıt istasyonunda duruyoruz. Abdestleri alıp namazımızı eda ediyoruz. Ardından bir şeyler atıştırıp yine yolumuza devam ediyoruz. Artık bundan sonrası Bosna-Hersek.

Büyük bir heyecanla karayolu ile Bosna-Hersek’e giriyoruz. AB ülkesi olmadığı için kontrol geçiş noktasına geliyoruz. Bizi soğuk bir çehreyle Bosna-Hersek Cumhuriyetine bağlı bir asker karşılıyor. Kimliklerimizi veriyoruz. Arabamızı biraz ileriye çekip durdurmamızı istiyor. Tabi olup bitenlere bir anlam veremiyoruz. Bir müddet bekletildikten sonra soğuk ve asık yüzlü asker bize kimliklerimizi geri veriyor. Böylece geçiş izni verilerek yola devam ediyoruz.

Artık Bosna-Hersek Cumhuriyetinin topraklarına girmiş bulunmaktayız. Bir sonraki hedefimiz başkent olan Sarajevo (Saraybosna)’ya ulaşmak.

Etrafımızı seyrederek yola devam ediyoruz. Özellikle yol kenarında gördüğümüz manzara bizi çok derinden etkiliyor. Savaştan dolayı tahliye edilmiş köyler, yakılmış, bombardımana tutulmuş ve hala şimdi bile kurşun izlerini görebildiğiniz harabeye dönmüş evler arka arkaya hiç bitmiyor. Saraybosna’ya varıncaya kadar bu böyle devam ediyor.

Akşama doğru Saraybosna’ya yakın bir yerdeki camide namaz kılmak için duruyoruz. Namazı kıldıktan sonra caminin imamı ile biraz konuşmaya çalışıyoruz. Ürkek ve endişeli tavırları dikkatimizden kaçmıyor. Rahatlaması için bizim de Müslüman olduğumuzu söylüyoruz. Savaşın özellikle Müslüman Boşnaklar üzerinde bıraktığı psikolojik etkilerin hala geçmediğini görüyoruz. Biraz konuştuktan sonra hatıra fotoğrafı çekip yolumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Sonunda Saraybosna’ya ulaşıyoruz. Kalacağımız otele varıp eşyalarımızı yerleştiriyoruz.

Sabahleyin değerli üstadımızla ve ihvanlarla birlikte neşeli bir şekilde kahvaltımızı yapıyoruz. Mihmandarımız olan kişi ile tanışıyoruz. Kendisi Türkiye’de İmam-Hatip Lisesini bitirmiş, Türkçeyi güzel konuşan bir Boşnak kardeşimiz. Gezilebilecek yerleri tespit ediyor.

Saraybosna (Sarajevo) iki dağın arasında ova seklinde bir şehir. Fatih Sultan Mehmet Hazretleri 1461 yılında Trabzon’u fethettikten sonra ordusu ile beraber Saraybosna’nın fethi için geliyor. Burası fetholunduktan sonra ova görünümlü bu şehrin saray olmasını emrediyor. Saray-ova isminin buradan geldiğini böylelikle mihmandarımız vasıtasıyla öğrenmiş oluyoruz.

Bascarsi ve Şehit Mezarlığı

Daracık sokakları, taşlı yolları, etrafı küçük dükkânlarla çevrilmiş, içinde gezdiğinizde adeta Osmanlı dokusunu ve kokusunu buram buram yaşadığınız bir yer Bascarsi. Eski Bursa şehrine de çok benzediği söylenilebilir. Taşlı sokaklarda yürüyoruz. Öncelikle kabristana gidiyoruz. Savaş sırasında hayatını kaybeden şehitlerin beyaz mermerden yapılmış kabirlerinin yanından geçerek rahmetli Aliya İzzetbevogic’in mezarına geliyoruz. Tüm şehitler için Kur’an okuyoruz. Ardından değerli üstadımız dua ediyor. Bizler de âmin diyoruz.

Rahmetli Aliya İzzetbegovic, savaş sırasında Müslüman Boşnakların başkomutanı olarak görev yaptı. Daha sonra Bosna-Hersek’in ilk cumhurbaşkanı oldu. Takriben 600 yıldır Müslüman olan Boşnak halkının Müslüman kimliklerini korumak adına fikri ve siyasi anlamda mücadele eden önemli bir kişiydi.

Maalesef Müslüman Boşnak kardeşlerimiz soykırıma tabi tutuldu. Yürek burkan hadiselerin izlerini her yerde görmek mümkün. Özellikle Saraybosna şehrinde her binanın mutlaka bir yerinde savaşın kötü hatırası olan kurşun izlerine rastlarsınız.

Gazi Hüsrev Cami ve Bosna İslam Fakültesi

Cuma günü olduğu için Cuma namazını Başçarşı yakınlarındaki Gazi Hüsrev Camiinde kılıyoruz. Mihmandarımız bize cami hakkında ilginç bir bilgi veriyor. Bu caminin imamının ve müezzinin her zaman hafız olması gerekiyormuş. Çünkü Osmanlı’dan kalma bir gelenek. Hatta müezzinlik yapmak isterseniz cemaat önce hafız olup olmadığınızı soruyormuş. Bunun üzerine tebessüm ediyoruz.

Bosna İlahiyat Fakültesini, üstadımız ve ihvanlarla birlikte ziyaret ediyoruz. İlahiyat fakültesinin dekanı bizi sıcak bir şekilde karşılıyor. Üstadımız ziyaretten dolayı memnuniyetini ifade ediyor. İlahiyat fakültesi dekanı bizi güzel bir şekilde ağırlıyor ve fakülte binasını gezdiriyor. Fakülte mescidinde beraber namaz kıldıktan sonra bizi kapıya kadar uğurluyor ve ayrılıyoruz.

Ayrıldıktan sonra Bosna’nın meşhur köftesi olan “Cevabi” yemek için bir lokantaya giriyoruz. Değerli üstadımız ve ihvanlarla birlikte bu maddi ve manevi sofradan karnımız ve gönlümüz doymuş bir şekilde kalkıyoruz.

Sarı Saltuk Tekkesi ve Mostar Köprüsü

Bosna gezimizi çok ayrı kılan bir ziyaretten bahsetmek istiyorum. Sufi meşrepli oluşumuzdan dolayı bu ziyaret bizim açımızdan çok daha farklı.

Sarı Saltuk Tekkesi’ne gitmek için yola koyuluyoruz ve bir vakit sonra tekkenin olduğu yere varıyoruz.

Tekkeye uzaktan baktığınızda Osmanlı dönemine ait sevimli bir bina görürsünüz. İki katlı olan tekkenin içerisine üstadımızla ve ihvanlarla birlikte giriyoruz. Duvarlarda yazılmış olan ayet ve duaları okuyoruz ve içeride dolaşıyoruz. Türbe kısmında üstadımızla birlikte Fatiha okuyoruz. Mescit kısmında ise namaz kılıyoruz.

Tekkenin yani başında olağanca haşmeti ile bir dağ bulunuyor. Dağın altından gürül gürül akan “Buna Nehri” etrafına inanılmaz bir güzellik katıyor. İçilebilecek düzeyde bir berraklığa sahip olan bu nehrin kaynağına, mihmandarımızın verdiği bilgiye göre şuana kadar henüz kimse ulaşamamış. Bunun üzerine üstadımız bunu Kur’an-ı Kerim’de geçen bir ayet ile açıklıyor. Bu olay karşısında Kur’ân-ı Kerim’in mucize oluşunu bir kez daha müşahede etmiş oluyoruz.

Sarı Saltuk Hazretleri Anadolu’dan kalkıp o zamanın imkânları doğrultusunda, başta Bosna-Hersek olmak üzere Balkanlar diye tabir edilen bu bölgeyi irşat için geliyor. Allah’ın yardımı ile İslâm’ın tohumlarını bu topraklara ekiyor. Bunun neticesi olarak buralar Cenab-ı Allah’ın isminin anıldığı yerlere dönüşüyor. Özellikle de şu hususun çok iyi bilinmesi gerekir. Balkanlar’ın Müslümanlaşması ve İslâm’ın neşv ü nema bulması tasavvuf yolu ile olmuştur. Allah dostlarının eğitiminden geçen zihin ve gönüller artık Hakk’ı ve hakikati tanıma fırsatı buluyor.

Sarı Saltuk Tekkesi’nden ayrılıp akşama doğru Mostar Köprüsü’nün olduğu yere varıyoruz. Köprü çok önemli bir vazife görüyor. Çünkü Müslüman Boşnak mahallesi ile Hristiyan Hırvat mahallesini birleştiriyor.

Savaş sırasında Müslüman-Boşnak halkına soykırım yapılan bir dönemde Osmanlı dönemine ait olan bu eser maalesef bombalanarak yıkıldı (Türkiye’den getirtilen taş ustaları sayesinde köprü aslına uygun olarak yeniden yapıldı). Çünkü zihinlerinde Müslümanları ve eserlerini yok etmek gerektiği düşüncesini her zaman taşımaktadırlar. Bunun bariz bir örneğini Mostar Köprüsü’nün karşısındaki dağın üzerinde bulunan, büyükçe yapılmış olan haç da görmekteyiz. Müslüman-Boşnak halkını tehdit eden bu görüntü aslında her şeyi özetlemektedir.

Hayat Tüneli ve Travnik Şehri

Savaş sırasında Müslüman-Boşnak halkına dışarıdan yiyecek ve her türlü yardım havaalanının altından geçen tünel sayesinde yürütülüyordu. Savaşın kazanılmasında çok önemli bir yeri olan bu tünel savaş esnasında özellikle düşmanların bilmeyeceği şekilde gizlice kazılmış. Etrafı kuşatılmış adeta ateş çemberi içerisine alınan bir halkın kurtulması ancak bu tünel vasıtasıyla olmuş.

Tünelin halka açık kısmına giriyoruz. Orada bize savaşta kullanılan eşyaları gösteriyorlar. Birleşmiş Milletler tarafından güya yardım adı altında dağıtılan malzemelere gözümüz takılıyor. A4 kâğıdı büyüklüğüne sahip şeffaf naylon paketin içerisinde çiklet ve doyurucu özelliği olmayan şeyler bulunuyor. Yüreğimiz bu görüntü karşısında bir kez daha sızlıyor. İnsanları açlığa mahkûm etmemin açıkça bir göstergesi.

Travnik, Fatih Sultan tarafından fethedilen bir başka şehir. Travnik kalesine çıkıyoruz. Sırtını dağa dayamış Travnik kalesi tepeden bakıldığında şehrin giriş ve çıkışını gayet iyi görüyor. Askeri açıdan bunun bilinçli bir şekilde yapıldığı ortada. Değerli üstadımız kalede iken sanki şehitlerin ruhaniyetinin bizimle beraber olduğunu söylüyor. Allah Allah nidaları kulaklarımızda adeta yankılanıyor.

Travnik kalesinin en tepesindeyiz. Değerli üstadımızla birlikte sırtımız şehre dönük hatıra fotoğrafı çekiyoruz. Artık aşağıya inme vakti geliyor. Merdivenlerden indikten sonra üstadımız bize kaç adet basamak olduğunu soruyor. İhvanlardan birisi cevap vermek için basamakları tekrar çıkıyor ve iniyor.

Üstadımız inerken basamakları sayıyor ve aşağıya indiğinde bu sayının 99 olduğunu bize soyluyor. Bu da bize Cenab-ı Allah’ın 99 ismini (el-Esmâü’l-Husnâ) hatıra getiriyor. Travnik Kalesi yapılırken kuvvet ve kudret sahibi olan Cenab-ı Allah’ın güzel isimleri unutulmamış. Kim bilir bu kalenin yapımında O’nu hatırlatacak başka ne incelikler gizli!

Artık Saraybosna’dan ayrılma vakti geliyor. Mihmandarımızı evine bıraktıktan sonra meşhur Boşnak böreği alarak yolumuza devam ediyoruz. Bosna-Hersek gümrük çıkısına geldiğimizde bizi sıcak ve temiz yüzlü bir asker karşılıyor. (Hatırlanacağı üzere geldiğimizde bizi yüzü asık ve soğuk bir asker karşılamıştı). Kimliklerimizi veriyoruz. Kendisi kontrol ettikten sonra bize geri veriyor. Üstelik de bize “Allah’a emanet” sözünü söylüyor. Tabii ki çok mutlu oluyoruz. Çünkü Bosna Hersek’te Sırplar, Hırvatlar ve Müslüman-Boşnaklar beraber aynı topraklarda yaşıyorlar. Karşınıza çıkan kişi her zaman Müslüman olmayabilir. Buradan yola çıkarak Bosna-Hersek’e ilk giriş yaptığımızda bize soğuk davranan askerin Müslüman Boşnak olmadığını anlıyoruz.

Avrupa kıtası içerisinde Müslümanlara yapılan bu soykırım bize Endülüs’ü hatırlatmaktadır. Aynı kaderi paylaşan bu iki yerin acı hatıraları ve izlerini silmek mümkün değildir. Acılarımızı hafifletmesi açısından belki de sevinebileceğimiz tek şeyin Endülüs’ten farklı olarak bu coğrafyada hala bir Müslüman nüfusunun olması ve yaşamasıdır.

Yapılan bu soykırıma karşı sessiz kalan, onları gizli-açık destekleyenler elbette Mahkeme-i Kübra’da bunun cezasını kat kat göreceklerdir. Bundan hiçbirimizin kuşkusu yok.

Şehit olanlara Allah’tan rahmet diliyorum.

Vağfirlenâ, Verhamnâ, Ente Mevlânâ Fensurnâ ‘ale’l-Kavmi’l-Kâfirîn

Âmin, Âmin, Âmin…


M. Cihat DEMİRCİOĞLU diğer yazıları