Dr. Harun ALKAN

Eşrefoğlu Rumî’de Tevbe Kavaramı

Eşrefoğlu Rumî’de Tevbe Kavaramı

Tevbe, seyr u sülûkde genellikle tasavvuf yolunun başlangıcı ve makamların ilki kabul edilir.

Giriş

Her insanın fıtratında iyilik ve kötülük potansiyel olarak mevcuttur.[1] Allah insanın hata yapmasına razı değildir fakat imtihan dünyasının gereği, onu yanlış yapma konusunda özgür bırakmıştır. Bir hadis-i şerifte “Siz günah işlemeyen kimseler olsaydınız, Allah bu fiili işleyen başka bir topluluk yaratır ve onların günahlarını bağışlardı[2] buyrularak insandan beklenenin hatasızlık/mükemmeliyet değil, yapmış olduğu hatanın farkına varıp o hatadan dönmek olduğu vurgulanmıştır. İlk insan ve peygamber olan Hz. Âdem dahi hata (zelle) etmiştir fakat Hz. Âdem’i üstün kılan, hatasının farkına varması ve tevbe etmesidir. Şeytan ise hatasını kabul etmeyip onda ısrar ettiğinden dolayı helak olmuştur.

Tevbenin kabulü için, işlenen hatadan dolayı pişmanlık duyma, onu terk etme ve tekrar işlememeye azmetme gibi temel şartlarının yanında Allah ya da kul hakkıyla ilgili olması bakımından çeşitli ilave şartları bulunmaktadır. Bununla ilgili detaylar tebliğimizin sınırlarını aşacağından dolayı tevbenin tasavvufî açıdan ifade ettiği anlamı genel olarak belirttikten sonra özelde Eşrefoğlu Rumî’deki yansımalarını ortaya koymaya çalışacağız.

Tevbe Kavramı

Tevbe, günahtan dönüp Hakk’a yönelmek, hata ve mâsiyeti terk edip itaâta dönmek anlamlarına gelir. Tevbe eden kişiye “tâib” veya “tevvâb” denir. Tevbe fiili “ilâ” harf-i ceri ile kula, “alâ” harf-i ceri ile Allah’a nispet edilir. Mübalağa sigası olan “tevvâb” kula nispet edildiğinde pişmanlık duyan, Allah’a nispet edildiğinde tevbeleri çokça kabul eden anlamına gelir.[3]

Tasavvufî bir terim olarak sözlük anlamıyla aynı minvalde kullanılan tevbe, seyr u sülûkde genellikle tasavvuf yolunun başlangıcı ve makamların ilki kabul edilir.[4] Bundan dolayı ona “bâbü’l-ebvâb” (ana giriş kapısı) denilmiştir.[5]

Sûfiler tevbeyi farklı tasnifler altında sınıflandırmış ve tanımlamışlardır. Kişiyi tevbeye sevk eden sebepler açısından iki çeşit tevbe vardır. Bunlar inâbe ve isticâbe tevbeleridir. Allah’ın cezalandırması ve azabının korkusu sebebiyle yapılan tevbeye inâbe tevbesi denir. Bu avâmın tevbesidir. Allah’ın lütfundan ve kereminden hayâ edilmesi sebebiyle yapılan tevbeye isticâbe tevbesi denir. Bu da havâssın tevbesidir.[6] Zünûn Mısrî bu ayrımı “Avâmın tevbesi günahtan, havâssın tevbesi gafletten dolayıdır.” cümlesiyle ifade etmiştir.[7]

Diğer bir tasnife göre ise tevbe, sûfilerin bulundukları makamlara göre üçe ayrılmaktadır. Bunlar sırasıyla tevbe, inâbe ve evbe biçiminde isimlendirilir. Tevbe, bütün inananların (mübtedîlerin) makâmıdır. Kur’an-ı Kerim’de “…Ey mü'minler, hep birlikte Allah’a tövbe ediniz…”[8] âyet-i kerimesiyle Cenâb-ı Hak günahının olup olmadığına bakmaksızın bütün mü’minlerden tevbe etmelerini istemiştir. Bu makamda tövbe büyük günahlardan (kebâir) ve isyandan itaata dönüştür ve cezâdan kurtulmak için yapılır. İnâbe, havâssın (mütevassıtın) tevbesidir. Bu makamda tevbe küçük günahlardan (seğâirden) muhabbetullaha dönüştür. Bu durum Kur’an-ı Kerim’de “…Şüphesiz Allah çok tövbe edenleri sever…”[9] âyet-i kerimesiyle ifade edilmiştir ki, bu tevbenin yapılış amacı sevap ve muhabbetullah elde etmektir. Evbe, peygamberlerin ve evliyâullahın (müntehîlerin) makâmıdır. Bu makamın tevbesi nefisten ve gafletten Cenâb-ı Hakk’a dönüş içindir. Hz. Peygamber bir hadîsinde “Bazen kalbimi bir perde bürür de günde yüz defa tövbe ettiğim olur[10] diyerek bu duruma işaret etmiştir.[11]

Üstat Ebu Ali ed-Dekkâk tevbeyi, tevbe, inabe ve evbe olarak üçe ayırdıktan sonra, azap korkusuyla yapılana tevbe, sevap arzusuyla yapılana inabe ve sırf Hakk’ın rızasını kazanmak için yapılana da evbe denildiğini ifade etmektedir.

Sufilere göre tevbenin makbul olması için kişinin işlediği hatadan dolayı pişman olması, hemen onu terk ederek diliyle istiğfarda bulunması ve bir daha o hataya dönmemeye kesin kararlı olması gerekir.[12]

Bütün bunların yanında tevbe pek çok tarikatın giriş/intisap seremonisinde önemli bir yere sahiptir. Kavram tarikata girişteki bu ritüeli ifade eden “Tevbe almak” şeklinde deyimleşmiştir. Uygulamada tarikattan tarikata değişiklik arz eden tevbe alma ritüeli genel olarak mürid ve şeyhin diz dize verip karşılıklı oturarak yapılırken, kimi tarikatlarda Efendimizin Rıdvan beyatında ashabıyla yaptığı gibi el ele tutuşarak yapılmaktadır. Uygulamanın yapılışı ise şu şekildedir: Mürid şeyhin huzurunda, onu kendisine şahit tutarak tevbe eder ve bir daha hatalarına dönmeyeceğine söz verip şeyhe biat eder. Tarikatlarda ayrıca müritlerden günlük vird olarak da belirli sayılarda tevbe/istiğfar çekmeleri istenmektedir.

Tevbe hakkında serdettiğimiz bu genel ve ıstılahî bilgilerden sonra kavramın Eşrefoğlu Rumî’nin Müzekki’n-nüfûs adlı eserindeki yansımalarını inceleyeceğiz.

            İnşallah sonraki sayıda…



[1]         Şems, 91/8.

[2]         Müsned, I, 289; II, 304-305; Müslim, “Tevbe”, 9-11.

[3]          İbn Manzur, Lisânü’l-arab, c. 1, s. 454; Asım Efendi, Kamûs Tercemesi, c. 1, s. 292; Ragıp el-Isfehanî, Müfredât, tahk.: Safvan Adnan Davudî, Daru-ş-Şamiyye, Beyrut 2002, s. 169.

[4]          Abdülkerim el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, tahk.: Muhammed b. eş-Şerif, Dâru’ş-şa’b, Kahire 1989, s. 178; Ebu Bekir Muhammed b. İshâk el-Kelâbâzî, et-Taarruf li-mezhebi ehli’t-tasavvuf, tahk.: Ahmed Şemsüddin, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1993, s. 107-109; Ali b. Osman Cüllâbî el-Hücvirî, Keşfu’l-mahcûb, çev. Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, İstanbul 2010, s. 356; Ebu Nasr es-Serrâc et-Tûsî, el-Lüma’, tahk.: Abdülhalîm Mahmûd, Abdülbâkî Sürur, Dâru’l-Kütübü’l-Hadîs, Kahire 1960, s. 68.

[5]          Süleyman Uludağ, “Tevbe”, DİA, İstanbul 2012, c. 41, s. 285.

[6]          Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, s. 185; Kelâbâzî, et-Taarruf, s. 108-109; Hücvirî, Keşfu’l-Mahcûb, s. 362; Gümüşhânevî, Câmi’u’l-Usûl, s. 119.

[7]          Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, s. 183; Kelâbâzî, et-Taarruf, s. .109; Serrâc et-Tûsî, el-Lüma’, s. 68; Hücvirî, Keşfu’l-Mahcûb, s. 361.

[8]         Nur, 24/31.

[9]         Bakara, 2/222.

[10]        Ebu’l-Huseyn Müslim b. el-Haccâc, Sahîhu Müslim, Dâru Taybe, Riyad 2006, Zikir, 41, h.no: 2702; Ebû Dâvûd Süleyman es-Secistânî, Sünenü Ebi Dâvud, tahk.: Şuayb el-Arnavut, Dâru’r-Risâleti’l-Âlemiyye, Dımeşk 2009, Salat, 361, h.no: 1515.

[11]        Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, s. 182; Hücvirî, Keşfu’l-Mahcûb, s. 357.

[12]         Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, s. 181-182; Hâce Abdullah el-Ensârî el-Herevî, Menâzilü’Sâirîn, Tasavvufta Yüz Basamak, çev.: Abdürrezzak Tek, Emin Yayınları, Bursa 2008, s. 76; Muhammed Gazâlî, İhyâ’u Ulûmi’d-Dîn, çev.: Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 2012, c. 4, s. 14; Muhammed eş-Şerif el-Cürcânî, Kitabu’t-ta’rîfât, tahk.: Muhammed Abdurrahman Mara’şlî, Dâru’n-Nefâis, Beyrut 2003, s. 134.


Dr. Harun ALKAN diğer yazıları