Osmanlıda Sadaka-i Câriye Algılayışı
Bir insanın öldükten sonra hayırla anılması, o kimsenin ebediyyen yaşaması demektir...
Evet, bir insanın öldükten sonra hayırla anılması, o kimsenin ebediyyen yaşaması demektir. Böyle bir şerefe mazhar olan Osmanlı hanımlarından biri de, Tanzimat devrinin meşhur vezirlerinden Yusuf Kamil Paşa’nın zevcesi Zeynep Hanım’dır. Bu hayırsever kadının en büyük eseri hiç şüphesiz Zeynep Kamil Hastahanesi’dir. Yıllarca dertlilere deva, hastalara şifa dağıtan bu sağlık kuruluşunun hemen yanı başında küçük, fakat şirin bir cami bulunmaktadır. İşte Yusuf Kamil Paşa ile zevcesi Zeynep Hanım, kendi eserleri olan bu mabedin yanında yatmaktadır.
Zeynep Hanım, kelimenin tam anlamıyla muhterem ve muhteşem bir hanımefendiydi ve bu özelliği büyük bir hayırsever olmasından ileri geliyordu. Bugün Edebiyat Fakültesi ve Su Ürünleri Fakültesi olarak kullanılan Vezneciler’deki konağı bir zamanlar fakirlerin, kimsesizlerin, biçarelerin sığınağıydı. Özellikle Ramazanlarda konağın kapısı ardına kadar açılır, herkes serbestçe iftarını yapar, içeri giren hiç kimse mahzun ve mahcup edilmezdi. Zeynep Hanım o kadar hayırsever, o kadar şefkat ve merhamet sahibi bir hanımefendiydi ki sadece konağına gelen insanları doyurmakla yetinmez, halini söylemeye çekinen fakir-fukaraya da ayrıca şefkat kollarını açar, kimsesiz kız çocuklarını bizzat evlendirir, Ramazanlarda bildiği, tanıdığı fakirlerin evlerine “Ramazaniyelik” adı altında gerekli yardımı gönderirdi.
Zeynep Hanım sadece insanları değil, hayvanları da şefkat kanatlarının altına alıyordu. Refi Cevat Ulunay’ın anlattığına göre Zeynep Hanım bir gün Aksaray civarından geçerken bir evin önünde çok sayıda kedi görür. Bu hayvan sürüsünün kime ait olduğunu sorar. Mahalle sakinleri:
“Efendim, bu evde Emine Hanım adında fakir bir kadıncağız oturmaktadır. Bu hayvanlara olan şefkatinden dolayı kendisine ‘Kedici Emine’ denilmektedir. Kedilere çok iyi bakar, o hayvancağızlar da tabii ki, evin etrafından ayrılmazlar.” diye cevap verirler.
Zeynep Hanım tekrar sorar:
“Peki, bu kadıncağızın kedileri doyuracak kadar parası var mı?”
“Hayır efendim. Kendisi kıt-kanaat geçinir. Ama kasaplara gider, sağdan soldan toplar, ne yapıp edip hayvanları besler.” cevabını alınca kâhyasına emir verir. Kadına on beş altın tahsis ettirir ve vakıfhanesine de koydurur. Bugün “Kedici Emine Hanım”ın varisleri, hala Mısır’ın Zeynep Hanım Vakfı’ndan bu parayı almaya devam etmektedirler.
Zeynep Hanım yazın Kartal ve Yakacık semtlerine gider, hayır ve hasenat işlerine burada da devam ederdi. Kartal’da yeni çeşmeler yaptırmış, bu çeşmelerin açılış gününde musluklarından limonata ve vişne şerbetleri akıttırmıştır.
Şurası bilinen bir gerçektir ki İslâm medeniyeti hem kitap medeniyetinden hem de su medeniyetinden ibarettir. Hayır eserlerinin arasında çeşmeler ve sebiller büyük rol oynuyordu. Şadırvanda şakıyan sular, uhrevî nağmeler halinde çağlıyordu. İstanbul caddelerinde adım başı karşılaşılan Osmanlı çeşmeleri ve sebiller, ecdadımızın su medeniyetine verdiği önemi ve bu husustaki titizliği en belirgin çizgiler halinde göstermektedir.
Karaköy’den Galata Mevlevihanesi’ne, bugünkü adıyla Divan Edebiyatı Müzesi’ne hayli dik bir yokuş yürüyünüz. İsterseniz biraz dinlenmek için Galata Kulesi’nin dibinde kısa bir ara veriniz. Ayaklarınız ayaklanınca yokuşu tırmanmaya devam ediniz. İyice susamışsanız gam çekmeyin; çünkü tırmanma şeridinin sonuna geldiniz, tünelin başına çıktınız. Hemen sağınızda kalan Galata Mevlevihanesi’nden yükselen ney sesleriyle neye uğradığınızı şaşırmamak için bu uhrevî mekânın kapısında bulunan sebilden kana kana içmeniz, ondan sonra kendinizden geçmeniz gerekiyor.
Evet, içinizde feveran eden ateş söndüğüne, yüzünüz Şeyh Galip’in dergâhına döndüğüne göre asayiş berkemal demektir. Lakin acele etmeyin, içeri girmeden kapıda size gülümseyen sebil hakkında bir iki cümle daha söyleyelim:
Efendim, Mevlevihane’ye girerken sağda iki katlı, kâgir bir bina bulunmaktadır. Sebilden ve muvakkithaneden meydana gelen iki katlı bu yapı, hemen karşısındaki türbeyle birlikte 1819 yılında meşhur Halet Efendi tarafından inşa ettirildi. İkinci Mahmud devrinin önemli devlet adamlarından olan ve birçok canlar yakan Halet Efendi’nin sonunda kendi canı da yanmış, padişahın emriyle idam edilmişti. Halet Efendi’nin idamı öyle büyük bir yankı uyandırmıştı ki, devrin şairlerinden biri kendini tutamamış, şu iki mısra ile duygularını dile getirmişti:
Ne kendi eyledi rahat ne halka verdi huzur
Yıkıldı gitti cihandan dayansın ehl-i kubûr
İnsanoğlu hakikaten tam bir muammadır. Batılı bir ilim adamı olan Alex Carre’in dediği gibi, “İnsan bu meçhul.” İşte Halet Efendi de, çok değişik bir halet-i rûhiye sahibiydi. Bir yandan kelleler uçuruyor, diğer yandan Şeyh Galib’in dergâhına koşuyordu. Her ne ise, bu hamur daha çok su götüreceğinden kendimizi fazla yormayalım, uhrevî mekânın eşiğine yüz sürmek için bunca yokuşu tırmandığımızı unutmayalım.
İşte kapının solunda bulunan sebilin, derviş muvakkithanesi olarak da kullanılan sebilin, tarih mısraı şöyledir:
“Sebil etti bina Halet Efendi âb-ı cüd iç mâ” H.1235/M.1819
Bu sebilin sokağa bakan şebekeli iki büyük penceresi vardır. Hemen önünde dokuz tane tas yeri bulunuyordu. Görevli dervişler, kandillerde ayran ve şerbet dağıtıyorlar, diğer günler su veriyorlardı. Tabii ki bütün bunlar hiçbir karşılık beklemeden yapılıyordu.
Şimdi isterseniz biraz daha geriye gidelim ve ne kadar ileri bir medeniyetin varisi olduğumuzu hem ihtişamıyla, hem hüznüyle birlikte düşünelim.
Minareleriyle yıldızları selamlayan Osmanlı camilerinin kubbeleri, neredeyse gök kubbeyle örtüşüyordu. “Kendi Gök Kubbemiz”in şaheser örneklerinden biri olan Yeni Cami’nin yapılış hikâyesi hayli uzundur; inşasına başlanmasıyla, ibadete açılışı arasında tam altmış yedi yıl vardır. Bu macerayı olanca ayrıntılarıyla öğrenmek isteyenleri tarih kitaplarının sararmış sayfalarına havale ettikten sonra meselenin asıl ilgi çekici bir yönüne temas etmek istiyorum.
Yapraklarına altın püskürtülerek, kenarları “zerefşan” denilen altın süslemelerle süslenerek hazırlanan vakfiyesinden öğrendiğimize göre, Yeni Cami’de her gün 116 kişi görev yapıyordu. Mabedin bitişiğindeki sebilde, gündeliği on akçeden dört sebilci istihdam ediliyor, bunlar halka temiz maşrapalarla su dağıtıyorlardı. Yazın üç ay bu suya kar konuluyordu. Kar için vakfiyede ayrılan paranın yıllık miktarı yirmi bin akçeydi.
Merhum İbrahim Hakkı Konyalının verdiği bilgilerden öğrendiğimize göre, Hatice Sultan Vakfiyesi’nin hükümleri büyük bir dikkatle yerine getiriliyor, Ramazanlarda caminin üç kapısında birden bedava şerbet dağıtılıyordu. Ramazan ayı yaza rastladığı zaman, Atina balından yapılan bu şerbetin içine ayrıca kar konuyordu. Böyle hareket edilmesi vakfiyede şart konulmuştu. Buna göre her yıl şerbet için üç bin okka, yani 360 kilo Atina balı alınıyor, her kapı için her gece otuz üç okkalık, (39.600 kg.lık) baldan şerbet yapılıyor, ikişer şerbetçi tarafından camiden çıkan Müslümanlara dağıtılıyordu.
Bu arada da hemen belirtelim ki, Atina, Rize’ye bağlı Pazar ilçesinin o zamanki adıydı. Orada elde edilen bal da dünyanın en meşhur ve en muteber balıydı. Hatice Sultan Vakfiyesinde, mutlaka –Evliya Çelebi’nin öve öve bitiremediği- Atina balının kullanılmasını istiyor ve şöyle diyordu:
“Atina balından gayri bal alınmayıp her ne kadar paha ile olursa olsun yine Atina balı iştirâ oluna.”
İşte Osmanlı medeniyeti, böyle muhteşem bir manzara arz ediyordu.
Dursun GÜRLEK diğer yazıları
- 20 Aralık 2018 Hükümdar Mıknatıstan Olsa
- 17 Temmuz 2017 Eski Kitaplardaki Eskimez Sözler
- 03 Haziran 2014 Hediyelik Altınlar
- 16 Şubat 2013 Kanûnî Sultan Süleyman ve İmam-ı Azam
- 08 Ağustos 2010 İstanbul’un Manevî Fatihleri
- 22 Temmuz 2010 Şanlı Selâhaddin ve Büyük Nûreddin