Editör

Köstendilli Halil Efendi’nin (k.s) Müridine Mektubu

Köstendilli Halil Efendi’nin (k.s) Müridine Mektubu

Himmetli, hizmetli İhsan Efendi oğlum. “Şöhret âfettir.” sözü hadîs-i şeriftir, demişler.

Evlâdım,

Hem gönlümün muradı İhsan Efendi oğlum…

Âhir ömrümde senin gönderdiğin mektuplarla sohbet ederek Cenâb-ı Hakk’ın aşkını, Rasûlullâh Efendimiz’in (s.a.s) muhabbetini meşk etmeye gayret ediyoruz. Allah ve Rasûl yolunun fakîri olan bu zâtı sen nasıl sevindirdiysen, Cenâb-ı Hakk da sana inşaallah hem dünyada hem ahrette en büyük sevinçleri, saadeti ikram eylesin. Senden pek hoşnudum. Biz, sana şeyhinin himmetiyle mürebbî olduk. Sohbet şeyhliği derler ya, öyle oldu. Bize yazmış olduğun manâların (rüyaların) tâbirlerini tek tek vermektense bilinmesi gereken malûmatı sana arz edeyim. Böylece hem manâlarının tâbirine hem de bu yolun manâlarının tarifine vâkıf olasın.

Hep ağlamak olmaz ya, seni güldüreyim. A oğlum, sadece sen rüya görmüyorsun ya! Biz de rüya görüyoruz. Elhamdülillah ki, Cenâb-ı Hakk, bildikleriyle amel edenlere bilmesi lâzım gelenleri öğretiveriyor. Âlem-i manâda sen fakiri gördüğün gibi bizlere de seni gösteriyorlar. Lâkin sana bu rüyaları anlatmayacağım. İbret nazarıyla bakman için bir başka manâ anlatacağım. Hem sualine cevap hem maksat hâsıl olsun.

Manâmda fakirin eski dervişlerinden biri zuhur ediyor. Güzel bir mekânda buluşuyoruz. Ben onu gördüğümde neşeyle karşılıyorum, lâkin o biraz dertli, benim verdiğim selâmı dahi duymadan ve “Aleyküm selâm!” demeden, dedi ki: “Efendi şeyhim, sultanım, bizler senden muhabbet haberlerini alamıyoruz. Bazı kimselerden muhabbet müjdelerinizi, manâda görüşmelerinizi veyahut haberleşmelerini duyuyoruz. Ama bizde böyle hâller olmuyor. Hatta huzurunuzda sohbete eriştiğimizde bize iltifat da buyurmuyorsunuz. Yakınlaşmak istediğimiz hâlde etrafımızdaki yakînler gibi olamıyoruz. Sebebi nedir?” Fakîr de ona cevaben diyorum ki: “Evlâdım, mürşidler hava gibidir. Herkes kendi miktarınca onu teneffüs eder. Sen hiç havanın bir kimseye yakın, diğer bir kimseye uzak olduğunu düşünebilir misin? Ciğerlerin müsaade ettiği kadarını içine çekersin. Göğsün tıkalı, nefes darlığın varsa bunun eksikliğini havada aramazsın, ciğerinde ararsın. Hem sonra biz bir kandil gibiyiz. O kandile yaklaştıkça kendin nurlanırsın, uzaklaştıkça kendin zulmette kalır, aydınlanamazsın. Sen kendin bize yakınlaşmayı talep et ve şeyhin hakkında ‘Şeyhim en çok beni sever.’ diye kalbinde hüsn-i zan et, bu güzel düşünceni başka bir kimseye de söyleme. Sonra bakarsın ki sen de rahat teneffüs ediyorsun, sen de aydınlanıyorsun ve şeyhine hâlen yakınlaşıyorsun.”

İşte böyle… Allahu a‘lem, bu rüyanın tâbire ihtiyacı yok. Meşhur bir misaldir; bir kişi manâda “Rabbin kim?” diye suale maruz kalsa, o kişi de “Rabbim Allah’tır.” dese soran kim, söyleyen kim? Bir de gören var. Ya gösteren? İşte manâ böyle acayip bir hâldir.

Neyse bu bahis uzar gider. Manâdan anladım ki bu kardeşimizin böyle bir basit şüphesi var. Cenâb-ı Hakk ufak tefek evham ve şüphelerden dolayı bizleri feyiz çeşmelerimizden uzaklaştırmasın. Kişiye fütuhat nasip olduktan sonra kalbindeki putlar bir bir o aşkın ve nurun tesiriyle yıkılır gider. Tevhidin nuru bir gönülde bir kez doğdu mu o kişide artık ebedî olarak şirk hâli zuhur etmez. Amma burada bir sır vardır. Bu sırrın izahı da Fahr-i Âlem’in (s.a.s) Vedâ Haccında beyân ettikleri sırdır. O fasîhu’l-lisân Efendimiz (s.a.s) insanlara buyurdular ki:

“Artık şeytan bu beldede ve Kabe’de ebediyen putlara tapılmasından, şirk koşulmasından ümidi kesmiştir. Ancak bazı ufak işlerde ona uymanız onu sevindirecektir. İşte bir mürşid-i kâmil huzurunda tevhidin berekâtını, Allah ve Rasûl aşkını gönlünde parlatan mürîd, şirkten beri olsa da evhâmıyla, vesvesesiyle, hatta mürşidinden şüphe etmekle şeytana ve nefsine bazen tâbi olacaktır. Mürşidler mürîdlerinin derecelerine göre kâh tatlı tatlı izah ederek, ikna ederek, kâh şiddetli şekilde onları ikaz ederek bu nevi hâllerden çekip çıkarır. Amma müride lazım olan mürşidinden elini çekmeye ki, mürşidi onu çekip çıkara.

Himmetli, hizmetli İhsan Efendi oğlum. “Şöhret âfettir.” sözü hadîs-i şeriftir, demişler. Manâ cihetinden hadîs-i şerîf olduğu şüphesizdir. Biz metin üzerinde münâkaşa etmiyoruz. Manâ cihetini tutuyoruz. Lâkin sen böyledir deyu sohbeti ve vazifeli olduğun dersleri bırakmayasın. Burada bir nezaket vardır. Evvel olarak bil ki, mürşidin sana bu yolda ne emrediyorsa cân-ı baş üzere kabul edip mucibince amel et. O amelle derece mi kat edersin, hayır mı işlersin, sevap mı kazanırsın, şöhret mi elde edersin, bunlara bakma. Sâniyen (ikinci olarak) şöhreti sen istemedikten sonra şöhretli olmak dahi nefse muhalefettir. Amma böyle meşhur olmayı sen dileseydin hiç şüphesiz bu insanı helak eden bir âfettir. Sâlisen (üçüncüsü) nasıl şöhret bulduğuna nazar etmek icap eder. “Bu adam Allah velîsidir veyahut çok sâlih bir kimsedir” diye meşhur olmak ayrı bir dava, “Bu adam sanki kendisi çok makbul de bir de insanları irşâd ediyor” denilerek kınanmak ve böylece şöhret bulmak ayrı bir dava…

Evlâdım, şimdiki zamanda melâmet, kendini saklamakla, dini yaşamakla oluyor. Dinî sohbet yapanlar, Allah ve Rasûl ahlâkından bahsedenler istihza ediliyor. Dünya ehli, “Bu zamanda bunlar olur mu?” diyor. Kendilerini âşık zannedenlerse: “Biz bunları geçtik, aşkımız bize yeter.” diyor. Binâenaleyh senin bu şekilde kınanman nefsinin hoşuna giden bir hâlden ziyâde nefsine ağır gelen bir hâldir. İnsanlara hizmet ve sohbet ederken kendini onlardan âli görmeyesin. Böyle olduktan sonra senin heybetin, vakarın kibir ve ucûb değildir. Yerli yerince bir ameldir. Hâdisenin başka cihetleri de var.

Meselâ şöhret sadece tanınmak, herkes tarafından bilinmek değildir. Şunu da nihaî olarak arz edelim ki, insan tanınmadığı ve bilinmediği zaman bazı günahları işlemeye içinden heves ettiğinde daha rahat hareket eder. Lâkin bilindik, tanındık bir zât, içinden günaha meyletse de halkın bilmesi onu zapt eder. Mesuliyetin farkında olur, insanlara örnek olması gerektiğini bilir. Daha dikkatli hareket eder. Cemiyetin insanı hayır yoluna sevk etmesi ve onu hayırlı görmesi böyle kimseler için Cenâb-ı Hakk’ın lütfudur. Bu riyâ değildir. Tıpkı, imamın camide namaz kıldırması gibi. Şöyle ki; imam efendinin cemaat içerisinde namazı daha dikkatlice edâ etmesi riyâ değildir. Zira imam cemaate örnek olmak mecburiyetindedir. “Ben halkın yanında namazın âdabına riayet etmezsem fitne çıkartır, kötü örnek olurum.” diyerek dikkatlice namaz kılsa ecir kazanır. Amma cemaatten olan kişi sair vakitte hiç dikkat etmediği namaz âdabına camide insanlar görsün diye dikkat ederse riyakâr olmuş olur. Üzerinde düşün, tefekkür et.

Ârif zâtlar şöyle demişlerdir: “Bir kişi ya Allah’tan korkar ya halktan utanır veyahut cezadan çekinir. Eğer bu üç korku ve utanma hasleti bir kişide yoksa her türlü kabahati eder.” Dolayısıyla seni dinî dikkate sevk eden bir cemiyetin oluşu rahmettir. Sohbet açman, maddî ve manevî müşküller için insanlara hizmet etmen ve bunu alenî yapman cenk meydanında “Zülfikârı” kuşanarak çıkman gibidir. Kendi nefsine pay çıkartmadan, mürşidinin sözünden çıkmadan hareket edersen neticesi ya şehâdettir, ya gaziliktir.

Cenâb-ı Hakk bizleri her türlü cihâdda muvaffak ve muzaffer eylesin. Halvetî tarîkinin ulu pirlerinden Şemseddîn-i Sivasî Hazretleri meşhur nutkunun son beytinde der ki: “Hakk’a makbul olmak ister, halka menfur olmadan.” Manâsı malum ya, biz yine teberrüken verelim. Yani der ki Hz. Pîr: “Hakikati söylemek halkın nefretini mûcibdir. Hâlbuki Hakk Teâlâ, kullarında ve kâinatta hakkın kaim kılınmasını murâd eder. Hakkı kaim kılmaya çalışanlar Allah’ın sevgilileridir. Amma hakka riayet edemeyenler ‘Allah’a düşmanım’ diyemezler, Allah’ı anlatanlara düşmanlık ederler.”

Diş ağrısından inleyen bir çocuk hekime gittiğinde kendisini tedavi eden zâtı nasıl düşman olarak görür, ondan kaçmak ister, “Hain kişi, neden bana bunu yapıyor?” der ve olayı idrâk edemez. Oysa hekim o hâldeyken zâlim değildir. Hatta mazlumdur. Nefsine ağır gelen işi hakkı kaim kılmak için hizmetle meşguldür. Amma çocuk anlamaz. Ruhları buluğa ermemiş olan câhil kimseler de kendilerini böyle tedaviye kalkışanları anlayamazlar. Hâlbuki bilmezler ki o fedakâr kişiler nefislerine ağır gelen bir işle meşguldürler. Derde derman olmak için hayırlı bir iştedirler. Çocuklar büyüdüklerinde kendilerine hizmet eden hekimleri şükran ve minnetle anarlar amma çoğu zaman o zâtları yanlarında bulamazlar. Aynı bunun gibi o kişiler de, ruhları buluğa erip de idrâk ettiklerinde kendilerine yapılan hizmeti fark ederler amma çoğu zaman o mürebbîlerini göremezler. Eğer insan olma yolunda müstakîmlerse hiç olmazsa şükran ve minnetle yâd ederler.

Evlâdım, sen de bu yolu tut! Mürebbîlik ayrı şeydir, şeyhlik ise kolay bir şeydir. “Şunu tut, bunu yap, şöyle et!” demek kolay şeydir. Karşıdakini ikna etmek, terbiye vermek için meşakkate maruz kalmak ayrı bir iştir. Hem şeyh hem mürebbî olmak lâzım. Her şeyh mürebbî değildir. Bu dahi Allah’ın tecellîlerindendir. Bazı şeyhler terbiyenin manâsını etrafındaki seçtiği kimselere dağıtırlar. O manâya mazhar olan kişiler şeyhin dervişlerine mürebbîlik yapar. Yani o mürebbîlerin dahi himmetleri şeyhlerindendir. Erenlerin silsilesine baktığında büyük makam sahibi olan zâtların hepsi hem mürebbîdir, hem de şeyhtir. İnşallah Cenâb-ı Hakk seni şeyhinin terbiyesiyle edeplenen ve bu edeple insanlığa hizmet eden mürebbîlerden kılar.

Vakıa şöyle bir cilve de vardır ki: Mürebbîlerin ekserisi terbiye verdikleri zâtların olmuş hallerini göremezler. Tıpkı, hurmayı fidanken diken çiftçinin o ağacın meyvesini göremeden âhirete gitmesi gibi. Bu cihetten düşünürsen mürebbîlik gayba îmân gibidir ve kendi nefsine pay almadan Allah için yapılan hizmet nevidir. Bu hizmet pek ulvîdir. Fahr-i Âlem (s.a.s)  ne buyurdu:

“Kıyametin kopacağını bilsen, elindeki fidanı dik!” O fidanı sadece ağaç mı zannedersin? Hizmetin neticesini göremesen de hizmete memursun vesselam. Seyr û sulukta manâlar dervişin hatasını, sevabını, derecelerini, makamını, hizmetlerinin şeklini hatta bazen neticesini bildiren haberlerdir. Cenâb-ı Hakk hayatını bu yola vakfedenlere baş gözüyle neticeyi göremese de kalp gözüyle veya manâ yoluyla akıbeti gösterir. Zira gayba iman zevkini alanlara Cenâb-ı Hakk meçhulü malûm eder. Onlar da terbiyelerini o ilim üzere inşâ ve ikmâl ederler. İşte bu sebepten terbiyeyi veren de alan da muhakkak manâ dersinden okurlar.

Seyr u sülûkun bidâyetinden (başlangıcından) nihayetine kadar mürşid de mürîd de manâlardan hâlî değildir. Bir de bu âlemi rüya âlemi gibi tâbir eden kâmiller vardır ki inşallah onu başka bir mektupta yazarız.

Pek kıymetli İhsan Efendi oğlum!

Balkanlardaki hâli görüyorsun. Müslümanların hâlini de müşahede etmektesin. İnsanlar taklit belâsına tutulmuşlar. Hem de öyle bir belâya maruz kalmışlar ki hem velîleri taklit etmekteler hem de Allah düşmanlarının veremeyeceği zararı maddî ve manevî vermekteler. Hakk yoluna gidenleri kandırarak kendilerine ve halka maskara ettirmekteler. Cehalet, küfür ve ahlâksızlık rahatlıkla yayılmakta iken senin “Acaba şöhret afet midir?” deyu hizmetten kaçman hiç de iyi bir hâl değildir. Allah Teâlâ faal olan kulları, mü’minleri sever. Âtıl olan battal mü’minleri sevmez. Bu sahada hizmete o kadar ihtiyaç var ki riyâ ile hizmet etsen de, aman hizmetten geri kalma. Ve nefsine de ki: “Yanarsam ben yanayım, ama Allah için bir kişiyi kurtarayım.” Bunu düşünmen dahi ihlâsın başka bir şeklidir.

Tefekkür et. Ancak, insan insana hizmet eder. Hizmet aşkı hayvanda yoktur. Melek dahi emir aldığı için hizmet eder. Aşkla hizmet etmek Hz. İnsan’a mahsustur. Hakk Teâlâ hizmetini, aşkını, himmetini, muhabbetini ziyâde eylesin. Cenâb-ı Hakk seni erenlerin hizmetine, sâlihlerin devletine, nebilerin sırrına, velîlerin yollarına ve onların himmetlerine naîl eylesin. Büyüklerin muhabbet nazarlarından düşmeyesin. Cenâb-ı Hakk’ın inâyetiyle sırât-ı müstakimden ayağın kaymasın. Her ne türlü güzel amel eyledi isen Hakk’ın lûtfu olduğunu hep idrâk eyleyesin. Sana ettiğim dualar sâdık velîlerin eylediği niyazlara ilhak edilerek kabul olunsun.

Sübhâne Rabbike Rabbi’l-izzeti ‘ammâ yesıfûn

Ve selâmün ale’l-mürselîn

Ve’l-hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn.


Editör diğer yazıları