Editör

Tasavvufi Eğitimin Hedefi ve Bir Prototip

Tasavvufi Eğitimin Hedefi ve Bir Prototip

Güzel ahlakın başı, kişinin, başkalarına eziyet verecek tutumlardan kaçınmasıdır. Hz. Peygamber (s.a.s), “Müslüman, diğer müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir" buyurmuştur.

Etrafında tarih boyunca cereyan etmiş bulunan ve günümüzde de devam eden tartışmalar bir yana, Tasavvufun temel hedefi konusundaki yaygın kanaatin tashihe muhtaç olduğunu düşünüyorum.

Hint alt-kıtasının yetiştirdiği ender şahsiyetlerden, "Hâkimu'lümme" lakabıyla anılan ve irili-ufaklı 1000 (bin) civarında eser bırakarak 1943 yılında vefat eden merhum Eşref Ali et-Tehânevİ (Tanevî)'nin bu alanda ortaya koyduğu örnek yaklaşım ve uygulama son derece önemli. Eskilerin "hukuk-ı ibada riayet" şeklinde ifade ettikleri bu hususa Hakîmu'l-ümme haklı bir vurgu yapmış.

Aşağıda kendi ifadelerinden çevirdiğim kısa bir alıntı okuyacaksınız:

“En fazla dikkat ettiğim husus, kimsenin benden veya arkadaşlarımdan birisinden bir eziyet görmemesidir. İster fiili olarak vurmak veya kendisiyle çekişmek gibi bedenî, ister hakkını gasp etmek veya malını batıl bir yolla yemek gibi malî, ister ihanet etmek veya aldatmak gibi onurla ilgili bir husus yahut kendisini bir sıkıntıya sokacak, kargaşaya düşmesine sebebiyet verecek bir duruma terk edilmesi gibi nefsî bir durum olsun, eğer bir kimseden, başkası hakkında böyle bir şey sadır olmuşsa, bu bir hatadır ve sahibi hemen af dilemelidir.”

Ben bu hususlara, diğer konulara gösterdiğimden daha büyük bir hassasiyet gösteriyorum. Hatta bir kimsenin şeriate aykırı bir hareket içinde bulunduğunu görsem bir miktar üzülürüm de, bu türlü hukukun edasına aldırış etmeyen birisini görsem şiddetli bir hüzne kapılır, o kimseyi bu helak edici aymazlıktan kurtarması için Yüce Allah'a dua ederim. (...)

Güzel ahlakın başı, kişinin, başkalarına eziyet verecek tutumlardan kaçınmasıdır. Bu, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, “Müslüman, diğer müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir” (Buhârî, İman: 4; Müslim, İman: 64, 65, 66; Ebu Davud, Cihad: 2; Tirmizi, Kiyame: 52; Nesâî, İman, 8, 8)şeklindeki kapsayıcı sözüyle öğrettiği bir haslettir.

Başkasının eziyet görmesine sebebiyet veren her tutum "kötü ahlak" kapsamındadır; bu tutumun, insanların "özel ahlak" olarak isimlendirdiği "hizmet", "edep" ve "ta'zim" görüntüsü altında vuku bulması bir şeyi değiştirmez. Çünkü "özel ahlak"ın gerçeği, "başkasını rahat ettirme"dir ve bu, ''hizmet"ten önce gelir. Zira rahat ettirme olmadan hizmet, özsüz kabuk gibidir.

Şu bir gerçek ki, "adab-ı muaşeret" her ne kadar akaidden ve ibadetlerden -bunların "Din'in şeairi" olması dolayısıyla- sonra gelirse de, bir başka açıdan onlardan önce gelir. O da şudur: Akaid ve ibadetlerdeki bir ihlal insanın sadece kendisine zarar verir; adab-ı muaşeretteki bir ihlal ise başkasına zarar vermek anlamına gelir. Kişinin başkasına zarar vermesi ise, kendisine zarar vermesinden daha büyük bir yanlıştır.

Kişinin başkasına zarar vermesi, kendisine zarar vermesinden daha büyük bir yanlış olduğu için Yüce Allah, adab-ı muaşeret ta'limi ihtiva eden “Ve Rahman'ın halis kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve cahiller onlara hitab ettikleri vakit ‘selametle’ derler” (Furkân, 63) Ayetini, ibadet ve başka hususlarda ta'lim içeren “Ve onlar ki, Rabbleri için secde edenler ve kıyamda bulunanlar olarak gecelerler.” (Furkân, 64) Ayetinden öne almıştır. Şu halde hüsn-i muaşeret,  bazı yönlerden farzlardan önce gelir. Hüsn-i muaşeretin nafile ibadetlere göre önceliği ise bütün yönlerdendir.

Eşref Ali et-Tehânevî (Tanevî), tervicine büyük önem verdiği adab-ı muaşeret (beşerî münasebetler) konusunu sadece nazarî olarak işlememiş, bizzat kendi hayatında da bu noktaya riayete büyük önem vermiştir.

Birkaç örnek tavrını zikredelim:

1. Birisiyle görüşmeye veya birisine bir direktif vermeye her ihtiyaç duyduğunda mutlaka kendisi onun yanına gider, onu kendi yanına çağırtmazdı. Bu kişinin, öğrencilerinden, küçük yaştaki akrabalarından veya arkadaşlarından olması durumu değiştirmezdi. Bu konuda şöyle derdi: "Vacip olan, muhtaç kimsenin, ihtiyaç duyduğu kişinin ayağına gitmesidir. Bunun tersi doğru değildir."

2. Hizmetinde bulunanlara iki işi aynı anda emretmezdi. Eğer yapılmasını istediği iki iş varsa önce birisini söyler, o iş yapıldıktan sonra ikincisini söyler ve şöyle derdi: "Böyle yapıyorum ki, hizmet edenler, ikinci işi hafızalarında tutma meşakkatine katlanmak zorunda kalmasınlar. Onu akılda tutma meşakkatini bunun için kendime yüklüyorum."

3. Haksız yere asla birisine tavassut etmezdi. Böyle bir aracılığın, nezdinde tavassutta bulunulmak istenen kişiyi zora sokacağını bildiği veya zannettiği durumlarda ise asla aracılık etmez ve şöyle derdi: "İnsanlar genellikle kendisi için aracılık yapılan kişiden yana tavır koyar, aracı olarak gidilen karşı tarafı ise düşünmezler. Oysa bir kimseye yardım etmek sadece müstehap iken, başkasına eziyet etmekten sakınmak vaciptir. Bir müstehabı yerine getirmek için bir vacibi terk etmek nasıl caiz olur?”

4. Kim olursa olsun, birisine birşey sormak için mektup yazdığı zaman, cevabî olarak gönderilecek mektubun zarf ve pulunu da gönderdiği mektubun zarfına koyardı.

Hakîmu'l-Ümme'nin bir diğer özelliği daha var ki, üzerinde ayrıca müstakil olarak durulması gerektiği için burada sadece değinmekle yetineceğim. Tasavvufla ilgili tartışmalarda gündemin ilk sıralarını teşkil ettiğini gördüğümüz "zâhir-bâtın dengesi"ni kastediyorum. Tasavvuf denince akla ilk gelen hususlardan birisini, müridin, mürşit elinde, ölünün gassale teslim olması meselesi teşkil ediyor.

İmam-ı Rabbanî'den beri Hint-Pakistan coğrafyasında görülen dengeli çizgiye yakından bakıldığında, manevî inkişafla ilgili hususlar yanında, müritlerine zahirî ilimlerde de üstatlık eden şeyhler dikkat çekiyor. Meseleye, Hadis, Tefsir, Fıkıh, Kelam... gibi İslamî ilimlerin hemen her branşında müritleriyle müzakerelerde bulunan, onlara yol gösteren bu örnek şahsiyetler merkeze alınarak bakıldığında mürit-mürşit ilişkisinde iş bu "mürit-gassal" metaforunun buharlaşarak anlamını yitirdiği görülecektir.

Yeğeni Zafer Ahmed et-Tehânevî (Tânevî)'ye “Î'lâu's- Sünen” gibi muhalled ve aşılamaz bir eserin telifini emreden bu "Şeyh", aynı zamanda mezkûr eseri, yazımı esnasında satır satır kontrol ederek yönlendirmelerde bulunacak kadar zahirî ilimlerde vukufiyet sahibidir.

Bu itibarla yazının başında miktarını zikrettiğim eserlerinin önemli bir yekûnunu, zahirî ilimlere hasredilmiş kitapların teşkil etmesi şaşırtıcı değildir.

Aynı durumu İmam-ı Rabbânî'de de, Şah Veliyyullah'ta da, daha başka isimlerde de görmekteyiz.

Osmanlı Coğrafyasında ise bu "denge şahsiyetler", bilhassa Ahmed Ziyâuddîn Gümüşhânevî hazretlerinin çizgisinde tebellür etmektedir ki, Muhammed Zâhid el-Kevserî merhum bu damardan gelen evrensel isimlerden birisidir.

"Zâhir" taraftarları ile "bâtın" taraftarları arasında varlığı müşahede edilen tarihsel gerilimi asgariye indirmek ancak bu iki zümre arasında "katalizör" fonksiyonu icra edecek "zül cenahayn" şahsiyetlerin, "ekol isimler"in öne çıkmasıyla mümkün olacaktır.

*Doç. Dr. Ebubekir Sifil

İslâm ve Modern Çağ-1


Editör diğer yazıları