Allah Bes Bâkî Heves

"O evveldir, âhirdir, zâhirdir, bâtındır ve O her şeyi bilendir.” (Hadîd, 57/3

Pakistan’ın büyük mütefekkir ve şairi Muhammed İkbal diyor ki: (Cavidnâme, 68)

“Biz seni arıyoruz, sen gözden uzaksın.

Hayır, yanlış; biz körüz, sen hazır bulunuyorsun.”

Evet, ruhtan ve manadan uzak, sadece maddeye takılıp kalan insanın gözü akıllara durgunluk veren koca evreni yaratan yüce Allah’ı ve gerçekleri göremiyor. Ama yarasanın gözünün güneşi görememesi güneşin yokluğu anlamına gelmediği gibi, bizim yüce Allah’ı göremememiz de onun yokluğu anlamına gelmez. Kusur güneşte değil, onu idrak edemeyen gözdedir. Onun için yüce Rabbimiz: “Onların gözleri vardır ama gerçekleri göremezler” (A‘râf, 7/179) buyurmuştur.

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî hazretleri:

“Güneşin varlığına delil, yine güneştir. Sana delil lazımsa güneşten yüz çevirme!” diyor. (Mesnevî, I, beyit, 117) Güneşi hiç görmemiş ve hararetini hissetmemiş bir kimseye ne kadar güneşten bahsedilirse edilsin gerektiği şekilde anlatılamaz. Neticede anlatan anlatmaktan, dinleyen de anlamaktan aciz kalır.

Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle: “O evveldir, âhirdir, zâhirdir, bâtındır ve O her şeyi bilendir.” (Hadîd, 57/3) Büyük müfessir Beydâvî’nin dediği gibi; O evveldir, varlığı bütün yaratıklardan öncedir, varlıkları O yaratmıştır. Âhirdir, varlıkların yok olmasından sonra da O bâkî kalacaktır. Zâhirdir, varlığı birçok delille sabittir, apaçıktır. Bâtındır, zâtının hakikatini kavramaktan akıllar ve duyular âciz kalır.

Büyük mutasavvıf Aziz Mahmud Hüdâî (k.s) ne güzel söylemiş:

Hüdâ’ya hamd ü minnet evvel âhir

Ki oldur zâhir ü bâtında zâhir

Zuhûru perde olmuştur zuhûra

Gözü olan delil ister mi nûra

Güneş zâhir değil midir karındaş

Ne var anı görmezse çeşm-i huffâş.

 

Bir de bu konuda Mevlânâ hazretlerini dinleyelim. O şöyle der:

Ben bilmez idim, gizli âyân hep Sen imişsin,

Canlarda ve tenlerde nihayet hep Sen imişsin,

Âlemde nişan isterdim ben Sana Sen’den,

Gördüm ki âlemde nişan hep sen imişsin. (Dîvân-ı Kebîr’den Seçmeler, s.1)

 

Muallim Naci de şöyle diyor:

Allah ki mûcid-i cihândır

Bin türlü nikabdan ıyandır. (Osmanlı Müellifleri, I, 127)

 

Evet, Allah vardır ve birdir, şeriki/ortağı ve benzeri yoktur, bunda şek ve şüphe yoktur. Bu husus Kur’ân-ı Kerimde şöyle ifade edilir:

“İlahınız bir tek ilahtır. O’ndan başka ilah yoktur. O, Rahman ve Rahimdir; rahmeti bol, merhameti pek çoktur.” (Bakara, 2/163)

“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki Arş’ın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir, yücedir.” (Enbiyâ, 21/22)

Kur’ân’da beyan buyrulan bu gerçeği merhum Süleyman Çelebi, milletimiz tarafından doğum, ölüm, nikâh, sünnet gibi merasimlerde çokça okunup dinlenilen ve Mevlid olarak bilinen Vesîletü’n-Necât isimli eserinde ne güzel ifade eder:

Birdir ol birliğine şek yok durur

Gerçi yanlış söyleyenler çok durur

Cümle âlem yoğ iken ol var idi

Yâradılmışdan ganî cebbâr idi

Var iken ol yoğ idi ins ü melek

Arş u ferş ü ây ü gün hem nüh felek

Sun’ ile bunları ol var eyledi

Birliğine cümle ikrar eyledi.

Kudretin izhar idüp hem ol celîl

Birliğine bunları kıldı delîl.

 

O’nun varlığını anlamak ve bilmek için uzaklara gitmemize gerek yok… Kendimize, yaratılışımıza ve etrafımıza bakmamız yeterli. Kur’ân-ı Kerim buna dikkatimizi çekmektedir:

“Biz varlığımızın delillerini kâinattaki uçsuz bucaksız ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz.” (Fussilet, 41/53)

“Kesin olarak inananlar için yeryüzünde ve kendi nefislerinizde birçok deliller vardır. Hâlâ görmüyor musunuz?” (Zâriyât, 51/20-21)

Ziya Paşa’nın dediği gibi her yaratık O’nun varlığına ve birliğine hüsnü şehadette bulunur. O, bir beytinde şöyle der:

Her nesne kılur varlığına hüsn-i şehadet

Her zerre eder vahdetine arz-ı güvâhî/şehâdet, tanıklık

 

Başka bir şairimiz de gökyüzündeki bütün yıldızların Allah’ın birliğini ve güzelliğini aksettiren birer ayna olduğunu, irfan sahibi olanların bunları seyrederken, bu azametli görünüşün verdiği vecd içinde, gittikçe artan bir hayranlık ve huşû duyacaklarını belirterek şöyle der:

Birer âyine-i dîdâr-ı vahdettir kevâkib hep

Temaşa eyleyen arifte hayret artar eksilmez (Unutulmaz Mısralar, s.735)

 

Bir bakıma tabiat, insanlar için Allah’ın yaratmış olduğu en güzel okuldur. Buna ‘hayat okulu’ da diyebiliriz. Yeter ki insan bu okuldan yararlanmasını, istifade etmesini bilsin. Tabiatta bizi Allah’ın varlığına ve birliğine götüren nice güzel şeyler, nice ibretli deliller vardır. Hiç düşündük mü veya kendi kendimize sorduk mu?

Kışın adeta ölüm uykusuna yatan bu tabiat, ilkbaharla birlikte nasıl canlanıyor, nasıl diriliyor?

Bahçemizde ya da kırda gördüğümüz bunca çiçekler aynı toprağı, aynı havayı, aynı suyu ve aynı güneşin ışınlarını paylaştıkları halde nasıl oluyor da renkleri, kokuları ve tatları farklı olabiliyor, hiç biri diğerine benzemiyor!

Nasıl oluyor da dikenler içerisinde güzel rengi ve kokusuyla insanları mest eden nazenin güller bitiriyor!

İnekler, keçiler ve koyunlar nasıl oluyor da yeşil ot, ya da sarı saman yedikleri halde, beyaz süt veriyorlar! Nasıl oluyor da bunlara verilen yem, ot ve saman gibi yiyecekler ete, süte, tüye vs. dönüşüyor!

Minicik incir çekirdeği, elma, ayva, armut, erik gibi meyvelerin çekirdeği kocaman bir ağaca nasıl dönüşüyor!

Bunlar nasıl olabiliyor, bunları planlayan, düzenleyen kim? Hiç ibret gözüyle bakıp bunlar üzerinde düşünüyor muyuz?

İsterseniz bir de Nahl sûresindeki şu âyet-i kerîmelerin meallerini beraberce okuyalım:

“O, göklerden sizin için su indirendir. İçilecek su ondandır. Hayvanlarınızı otlattığınız bitkiler de onunla meydana gelir.

Allah o su ile size ekin, zeytin, hurma ağaçları, üzümler ve her türlü meyvelerden bitirir. Elbette bunda düşünen bir kavim için bir ibret vardır.

O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Bütün yıldızlar da O’nun emri ile sizin hizmetinize verilmiştir. Şüphesiz bunlarda aklını kullanan bir millet için ibretler vardır.

Sizin için yeryüzünde çeşitli renk ve biçimlerle yarattığı şeyleri de sizin hizmetinize verdi. Öğüt alan bir toplum için bunda ibretler vardır.” (Nahl, 16/10-13)

Bütün bunların var olması, o yüce kudrete göre zor değildir. O, “ol” deyince hemen oluverir. Zira Allah bir şeyin var olmasını, meydana gelmesini dilediği zaman ona sadece “ol” der, o da hemen oluverir. Kur’ân-ı Kerim’in birçok yerinde bunu açıkça ifade eden âyetler vardır.

“O, gökleri ve yeri eşsiz/örneksiz yaratandır. Bir işe hükmetti mi ona sadece “Ol!” der, o da hemen oluverir.” (Bakara, 2/117), “Allah dilediğini yaratır. O, bir şeyin olmasını dilediğinde ona sadece “Ol!” der, o da hemen oluverir.” (Âl-i İmrân, 3/47. Ayrıca bk. Âl-i İmrân, 3/59; En‘âm, 6/73)

Mevlid müellifi Süleymen Çelebi Hazretleri gayet veciz olarak şöyle der:

Ol dedi bir kerre var oldu cihân

Olma derse mahvolur ol dem hemân

 

Ve bütün bunları insanların yararlanması için yaratan ve istifadesine sunan yüce Allah her şeye kadirdir, bütün kemâl sıfatlarıyla muttasıftır, noksan sıfatlardan münezzehtir, tarif edilemez, onun için Muallim Naci yüce Allah’tan bahsederken şöyle der:

Tarife gitmemektir evlâ

Tarife gelir mi hiç Mevlâ

 

Kur’ân’da, “Kuluna Allah kâfi değil mi?” (Zümer, 39/36), Hasbünallâhü ve ni‘melvekîl/ Allah bize kafidir, O ne güzel vekildir.” (Âl-i İmrân, 3/173) buyrulur. Bu ayetlerden ilham alan büyük Sûfî Aziz Mahmud Hüdâî şöyle der:

Ehl-i tevhîd olmak isteyen sivâya meyli kes

Aç gözün, merdâne bak! Allah bes, bâki heves (S. Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.44)

 

Evet, Allah vardır ve birdir, bunda şek ve şüphe yoktur. İnsanın yaratılış sebebi de var olan ve bir olan Allah’ı tanımaktır. Buna kısaca “Marifetullah” diyoruz. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri meşhur “Marifetname” isimli eserinde yüce Allah’ın, bütün evreni insan için, insanı da marifetullah, yani kendisini tanımak için yarattığını belirtir. Onun için eserine “Marifetnâme” ismini vermiştir. O şöyle der:

“Âlemin ve insanın yaratılmasında en yüksek maksat ve istek Allah’ın bilinmesidir ve bu her şeyden üstündür. Hilkat-i âlem ve âdemden maksad-ı aksâ ve matlûbu a‘lâ Marifet-i Mevlâdır.” (Hayranî Altıntaş, Erzurumlu İbrahim Hakkı, s.76)

Bu gerçek yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de şöyle ifade edilir:

“Ben, insanları ve cinleri ancak beni tanıyıp kulluk etmeleri için yarattım.” (Zâriyât, 51/56)

Demek ki bizim yaratılış gayemiz bizleri yoktan var eden, varlığından haberdar eden ve envâi çeşit nimetlerle donatan yüce Yaratan’ı tanımak ve O’na kulluk etmektir. Mevlânâ Hazretleri Dîvân-ı Kebîr’inde şöyle der:

“Merkep bile senden üstün olmadığı halde efendisini tanır, ona başını sallar, kulaklarını oynatır. Onun sesini bile tanır, çünkü onun elinden yem yemiştir. Sen ki sana sayısız nimetler veren Efendini (c.c) tanımıyorsan, yazıklar olsun sana!” (Dîvân-ı Kebîr’den Seçmeler, s.2)

Hemen belirtelim ki, insanın hevâ ve hevesini terk edip Rabbini tanıması ve O’nun buyruklarına uyması onu yüceltir, kanatlandırır, yücelere uçurur. Mevlânâ ne güzel söylemiş:

“Ne zamana kadar fânî sevgiliyi kucaklayacaksın? Öyle bir canı kucakla ki, O’na son yoktur. Beden atının üzerinde titreyip durma, in aşağı, yaya yürü. Bedene ait arzulardan kurtul, Allah sana manevî kanatlar versin.” (Dîvân-ı Kebîr’den Seçmeler, s.2)

Yazımızı yine Mevlânâ hazretlerinin şu öğüdüyle noktalayalım:

“Yürüyeceksen sana ayak lütfedene doğru yürü. Bakacaksan sana göz verenin eserlerine doğru bak, onu görmeye çalış.” (Dîvân-ı Kebîr’den Seçmeler, s.6)


Doç. Dr. Durak PUSMAZ diğer yazıları