Hükümdar Mıknatıstan Olsa
Hz. Ali (r.a) Efendimiz ne güzel söylemiş: “Tatlı subaşı kalabalık olur.”
Meşhur tarihçilerimizden İsmail Hami Danişmend Bey´in Tarihi Hakikatler isimli kitabında yer alan bir fıkradan öğrendiğimize göre, divan edebiyatının ünlü şairlerinden Nedim´e, bir gün Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa, dünyanın en büyük cihangirinin kim olduğunu soruyor. Nedim bu konudaki düşüncesini, “En çok gönüller fethetmiş fatih-i kulûb her kimse, en büyük cihangir işte odur!” diyerek dile getiriyor.
Efendim Nedim, yerden göğe kadar haklıdır. Hiç şüphe yok ki en büyük cihangir gönülleri fethedendir. Diğer bir ifadeyle kalplerin fethi, ülkelerin fethinden önce gelir. Hiç şüphe yok ki, Fatih Sultan Mehmed bu anlamda büyük cihangirdir. Gelmiş geçmiş hükümdarlar içinde onun kadar sevilen, sayılan, onun kadar kalplere hükmeden ikinci bir devlet başkanına rastlayamazsınız. Ortaçağı kapatıp yeniçağı açan, iki imparatorluğu haritadan silen, nice ülkeleri ve şehirleri Osmanlı mülküne katan bu yüce padişah, sadece Topkapı Sarayı´na değil, gönüllere de taht kurmuştu. 1481 yılında vuku bulan ölümüyle birlikte maddi anlamdaki tahtını yitirdi ama manevi tahtında oturmaya bugün de devam ediyor. Türbesi en çok ziyaret edilen Osmanlı padişahı olarak biliniyor. İstanbul´un ortası, onun adıyla anılıyor. Fatih, “ulema semti” diye biliniyor.
Yüzden fazla âlime, şaire, sanatkâra maddi manevi destek olan Fatih, bu vadide de o kadar ileri gidiyor ki, İstanbul onun zamanında adeta bir dârü´l-ilim yani üniversite haline geliyor. Bugün ki İstanbul Üniversitesi bile o döneme dayanıyor. Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver, Prof. Dr. Kazım İsmail Gürkan gibi tabip bilginlerimizin kitaplarını okursanız, Fatih´in İstanbul Üniversitesi´nin kurucusu ve ilk rektörü olduğunu delilleriyle birlikte öğrenirsiniz. Tarih kitaplarından anlaşıldığına göre âlimler Fatih´e yakın olmak için adeta birbirleriyle yarışırlardı.
Mesela Molla Hüsrev, Fatih´in son derece saygı duyduğu, gönlünü hoş etmek için azami gayret gösterdiği büyük bir âlimdir. Padişah onun için, “Asrımızın İmam-ı Âzam´ı!” derdi. İstanbul´un ilk kadısı ve belediye başkanı allame Hızır Çelebi vefat edince Molla Hüsrev, İstanbul, Galata, Üsküdar ve Eyüp olmak üzere dört kazaya birden kadı oldu. İstanbul halkı kendisinden hem utanıyor hem de saygı gösteriyordu. Efendi Hazretleri Ayasofya´ya geldiği zaman bütün cemaat ayağa kalkıp mihraba kadar yol veriyorlardı. Tabi ki padişah da bu manzarayı Hünkâr Mahfilinden iftiharla seyrediyordu. Bir gün Fatih bir düğünde, Molla Gürani´yi sağ tarafına, Molla Hüsrev´i de sol yanına oturttu. Buna gücenen Hoca Efendi, İstanbul´u terk edip Bursa´ya gitti. “Burc-u Evliya” adıyla anılan bu şehirde ders vermeye başladı. Daha sonra padişah gönlünü alarak büyük ikramlarda ve ihsanlarda bulundu. Tekrar İstanbul´a getirip Şeyhülislamlık görevini kendisine verdi. Birçok esere imza atan Molla Hüsrev´in en önemli kitabı Dürer ve Gürer´dir. Vasiyeti üzerine cenazesi Bursa´ya nakledildi.
Hazreti Fatih´in ilgisine ve iltifatına mazhar olanlar sadece İstanbul âlimleri değildi. Taşralı bilginlerden bazıları da bu büyük hükümdarın cazibe alanına girmişlerdi. Bunların başında ise Molla Cami ile Ali Kuşçu geliyordu. Maveraünnehir ulemasından olan bu büyük zat, Semerkant da ilim tahsil etti. Babası, Timur´un torunu ve aynı zamanda ünlü bir astronomi bilgini olan Uluğ Bey´in kuşçusu idi. Bundan dolayı Ali Kuşçu adıyla anılmaktadır. Matematik ve astronomi bilgilerini Uluğ Bey´den öğrendi. Kirman taraflarına gidip oralardaki âlimlerden ders aldı. Eşkâl-i Kamer, yani “Ayın Şekilleri” isimli önemli eserini işte bu sırada yazdı.
Ali Kuşçu, Uluğ Bey´in ölümünden sonra, Tebriz´e geldi. Uzun Hasan´ın ilgisine mazhar oldu. Fatih´le Uzun Hasan arasında elçilik görevinde bulundu. Daha sonra Fatih´in daveti üzerine İstanbul´a döndü. Büyük hükümdar, bu yolculuğun rahat gerçekleşmesi için bazı görevli memurları onun refakatine gönderdi. Türkiye sınırından içeri girdikten sonra, İstanbul´a ulaşıncaya kadar her konakta bir akçe sarf edilsin, diye ferman buyurdu. Başkente gelir gelmez bütün İstanbul halkı ayağa kalktı. O zamana kadar İstanbul da hiç kimse böyle bir tantanayla, böyle muhteşem bir merasimle karşılanmamıştı.
Ali Kuşçu yolda gelirken matematiğe dair bir eser yazıp padişaha takdim etti. Hükümdarın adına nispet ettiği bu kitaba Risâle-i Muhammediye ismini verdi. Sefer esnasında kitap yazmaya yolculuk sırasında bile vaktini değerlendirmeye çok önem veren Ali Kuşçu Risale-i Fethiye adlı kitabını da Uzun Hasan´la olan sefere giderken kaleme aldı. İstanbul´a dönünce Fatih bu büyük bilgini, günde iki yüz dirhem tahsisatla Ayasofya´ya müderris tayin etti. Padişah bununla da yetinmeyip ailesine ve akrabasına da bol miktarda ihsanda ve ikramda bulundu.
Ali Kuşçu, Molla Zeyrek, Hızır Çelebi, Akşemseddin, Molla Gürani, Molla Lütfü, Ali Tûsî, Sinan Paşa gibi âlimlere Fatih, sarayını hatta bütün İstanbu´u muhteşem bir ilim meclisi haline getirdi. Ulemaya, şuaraya ve ubedâya bu kadar riayet eden ikinci bir hükümdarı tarih kitapları kaydetmiyor. İşte bundan da Fatih için “Bir padişah mıknatıstan bile olsa bu kadar kıymetli zatları bir araya getiremezdi.” Diyor, doğru da söylüyor.
Fatih, bir cazibe merkeziydi. İlim meczupları onun etrafında cezbeye kapılıyorlardı. Hz. Ali (r.a) Efendimiz ne güzel söylemiş:
“Tatlı subaşı kalabalık olur.”
Kaynak: Tebessüm ve Tefekkür, Dursun Gürlek, Kubbealtı, 3. Baskı
Dursun GÜRLEK diğer yazıları
- 17 Temmuz 2017 Eski Kitaplardaki Eskimez Sözler
- 03 Haziran 2014 Hediyelik Altınlar
- 16 Şubat 2013 Kanûnî Sultan Süleyman ve İmam-ı Azam
- 12 Ekim 2010 Osmanlıda Sadaka-i Câriye Algılayışı
- 08 Ağustos 2010 İstanbul’un Manevî Fatihleri
- 22 Temmuz 2010 Şanlı Selâhaddin ve Büyük Nûreddin