Ashâbın Ruhu
“İstanbul’da Latin serpuşu görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederiz.
Hz. Ebûbekir dönemi, kısa sürmesine rağmen (632-634) önemli gelişmelere sahne olmuştur. 634 tarihinde gerçekleşen Yermük muharebesi bunlardan birisidir.
Bizans imparatoru Herakliyus; Kudüs, Şam ve genel anlamda Suriye topraklarının geleceğini belirleyecek olan bu savaş için Müslümanların karşısına 200.000 kişilik devasa bir ordu çıkartmıştı. Bunun üzerine İslâm orduları, Şam civarında fethettikleri toprakların hemen hepsinden çekilerek güçlerini birleştirmeye karar verdiler.
Başkumandan Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh radıyallahu anh, emri altında bulunan subay ve memurlara şu talimatı verdi:
"Şimdi siz, onları (zımmîleri) muhafaza etmekten ve korumaktan âciz durumdasınız. Bunun için şimdiye kadar, onları koruma ücreti olarak almış olduklarımızı geri vermemiz icap eder."
Bu emir gereğince valiler ve memurlar, zımmi halktan toplamış oldukları cizye ve haraç paralarını iade etmeye başladılar. Fakat bu esnada beklenmedik bir gelişme yaşandı.
Müslümanlar, Hıms halkından almış oldukları cizye ve haracı, kayıt defterlerine bakarak isim isim geri vermek istediklerinde, halk toplanarak ağız birliği etmişçesine şunları söyledi:
“Sizin hükümetiniz, adalet sever bir hükümettir. Zulme uğramaktansa, size bu parayı ödemek, bizim için daha sevimlidir.
Şimdi biz de sizinle burada dövüşeceğiz. Savaşarak mağlup olup dağılıncaya kadar Herakliyus'un adamlarını şehrimize sokmayacağız.”
Evet, Hıms halkı İslâm’ı ve Müslümanları, daha önce idaresi altında oldukları Bizans’a tercih etmişlerdi. Tıpkı fetih zamanında İstanbul/Konstantinopolis halkının “İstanbul’da Latin serpuşu görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederiz.” dediği gibi…
Benzer bir durum da 730 yılında Mâverâünnehir’de yaşanmıştır. Türgiş kağanı Su-lu, Semerkant şehrini Emevîlerden geri almak için kuşatmış, ancak şehir düşmek üzere iken 1000 kadar Semerkantlı ihtida ederek mücahitlere destek verince geri dönmek zorunda kalmıştır.
Misalleri çoğaltmak mümkün…
Peki, bugün Allah yolunda olduğunu söyleyen bizler; acaba vicdanlarda, gönüllerde, akıl ve dimağlarda O’nun namına bir iz bırakabiliyor muyuz? Cenâb-ı Hakk’ın dinini, Kitâb’ını ve Peygamberini bihakkın tanıtıp sevdirebiliyor, buna vesile olabiliyor muyuz?
Bahane bulmak kolay amma cenazesine ehl-i kitabın bile katıldığı bir Mevlânâ, bir Yunus olabiliyor muyuz?
Hülasa, ashâbın ruhunu yakalayabiliyor muyuz?
Cevabımız “evet” ise; iç dünyamız, ailemiz ve çevremizin bu hali de nedir? Bırakın insanlara örnek olmayı, onlarla aramızda ördüğümüz maddi-manevi duvarlara ne demeli? Rabbimizin, güzel kulları vasıtasıyla öğrettiği dini, güzel ahlakı, muhabbet ve kardeşliği niçin insanlardan esirgiyoruz? Yoksa farkında olmadan nefislerimizi birer ilah mı edindik?
Haydi, her ne yapıyor isek orada bırakalım! Yüce Allah’ın yüklediği ağır emaneti, ulaştırılması gereken gönüllere tez elden ulaştıralım ki;
Felah bulalım, esen kalalım…
Doç Dr. Yunus AKYÜREK diğer yazıları
- 09 Aralık 2023 Filistin
- 08 Şubat 2014 Son Demleri
- 03 Kasım 2012 Hudeybiye Ruhu
- 11 Ağustos 2012 Âlemlere Rahmet (s.a.s)
- 28 Haziran 2011 Ve Sellimû Teslîmâ
- 31 Mart 2010 Pervâneler