Ve Sellimû Teslîmâ

Vahye ve sahih ilhama mazhar olan aziz peygamberleri ve mürşid-i kâmilleri anlamaya çalışmak, onlardan yol, yordam, usûl öğrenmek, böylece hikmete erebilmek her mü’mine gerekli olandır.

Uhud Savaşı’ndaki meşhur “Okçular Hadisesi”ni bilmeyenimiz yoktur. Hani Efendimiz (a.s) onlara:

“Benden emir gelmedikçe –muzaffer olsak bile- katiyen yerlerinizi terk etmeyiniz!” diye emir buyurduğu halde müşriklerin hezimete uğradığını düşünerek mevzilerini terk etmişler, ardından başta Hz. Hamza (r.a) olmak üzere 70 küsur sahabinin şehîd düşmüştü. Aynı savaşta Efendimizin mübarek dişi kırılmış, yanağına zırh parçaları batmış, bir çukura girmiş, İslâm neferleri Uhud Dağı’na sığınmak zorunda kalmış… elhasıl olabilecek bütün musibetler mü’minleri kuşatmıştı. Zâhiri sebep, okçuların emre itaat etmemeleri...

Sonrasında Cenâb-ı Hakk tarafından, inananlara sükûnet veren bir uyuklama hali bürüdü.

Peki, rahmet ve merhamet Peygamberi (s.a.s), savaş suçu sayılan ve ağır cezaları mucip bu fiil karşısında bakınız nasıl davranmıştır.

Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah’tan bağışlama dile. İş konusunda onlarla istişare et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et, (O’na dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.(Âl-i İmrân, 3/159)

Evet, Allah Rasûlü en güzel bir ahlaka sahipti. (Kalem, 68/4) Okçuları kınamadı, kem söz söylemedi, incitmedi bile… Vahye uyarak suçlarını affetti, hiçbir şekilde kin beslemedi. Sahabeden hiç kimse de O’nun bu kararını sorgulamadı. Belki kalplerinden o anda neler geçti ama nefislerine hâkim oldular. Zira onlar, tepeden tırnağa aziz Peygamberlerine teslim olmuşlardı.

Yine Hâtıb b. Ebî Belta hadisesi ibret vericidir doğrusu.

Allah Rasûlü (s.a.s), müşriklerin Hudeybiye anlaşmasını bozmaları üzerine son derece gizli bir şekilde fetih hazırlıklarına başlamış, ancak ashâbtan Hâtıb (r.a), Mekkeli müşriklere durumu bildiren bir ihbar mektubu yazmıştı. Mektubu taşıyan ulak yakalanıp Peygamberimizin huzuruna getirildiğinde ise olay aydınlandı ve Hâtıb (r.a) huzura getirildi.

O, kendisini şu sözlerle savundu:

“Yâ Rasûlallah! Ben bu işi, çoluk çocuğumla malıma müşriklerden gelebilecek zararlardan Allah belki korur diye yaptım.”

Peygamberimiz Aleyhisselam:

“Doğru söyledin!” buyurdu (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 105) ve yanındaki ashabına:

“O size doğru söyledi. (Buhârî, Sahih, V, 89) Kendisi hakkında, hayırdan başka bir şey söylemeyiniz!” buyurdu. (İbn Hanbel, Müsned, I, 105)

Hz. Ömer:

“Yâ Rasûlallah! Bu adam Allah’a, O’nun Rasûlü’ne ve mü’minlere hainlik etmiştir. (İbn Hanbel, Müsned, I, 105) Bırak da şu münafığın boynunu vurayım?” dedi. (İbn Hanbel, I, 80, Buhârî, VI, 60, Müslim, IV, 1941, Ebû Dâvud, III, 47, Tirmizî, V, 410)

Peygamberimiz Aleyhisselam:

“İzin verecek olursam, onu öldürür müsün?” diye sordu.

Hz. Ömer:

“Evet! Bana izin verirsen, onu öldürürüm!” dedi. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 109)

Peygamberimiz Aleyhisselam:

“Hayır! Bu kişi Bedir savaşında bulunanlardan değil midir? (İbn Hanbel, Müsned, I, 105)

O, Bedir savaşında bulunmuş­tur. (İbn Hanbel, I, 80, Buhârî, VI, 60, Müslim, IV, 1941, Ebû Dâvud, III, 47, Tirmizî, V, 410)

Ne bilirsin? Belki de Yüce Allah, Bedir savaşına katılmış olanlara, Bedir gününde bakıp, ‘Siz iste­diğinizi yapın! Ben sizi bağışlamışımdır! Cennet size vacip olmuş, siz Cennete girmeyi hak etmişsinizdir!’ buyurmuştur.” deyince Hz. Ömer’in gözleri yaşla doldu ve:

“Allah ve Rasûlü daha iyi bilir!” dedi. (İbn Hanbel, Müsned, I, 105)

 

Efendim, tarihi olaylar şartlarına göre değerlendirilir, Asr-ı Saâdet’te geçen hadiseler günümüz olaylarıyla birebir örtüşmez, denebilir.

Doğrudur ki tarihi olaylar günümüz hadiseleriyle tamamıyla örtüşmez. Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken bir husus da şu olsa gerek.

Hadiseler birebir örtüşmese de Peygamber Efendimiz’in bu olağanüstü affına hiçbir sahabînin ciddi bir itirazda bulunmadığı tarihi bir gerçektir.

Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem, zikri geçen sahabîleri affetmiş, sahabe-i kirâm efendilerimiz de O’nun bu kararını saygıyla karşılamış, boyun eğmiş ve kendisine herhangi bir itirazda bulunmamışlardır. Birlikteliğin, topluluk olmanın, liderin etrafında yekvücut olmanın belki de tarihte eşi bulunmaz örnekleridir bunlar.

Tasavvufta da durum bundan farklı değildir. Silsile yoluyla Peygamber Efendimize, oradan da Cenâb-ı Hakk’a visal eden bir mürşid-i kâmil bu manevî atmosferin feyz ü bereketiyle; sıradan insanların anlayamadığı, kolay kolay da anlayamayacağı hikmetli kararlar verebilir. Bu noktada “teslimiyet” gereklidir. Sabreden, itiraz etmeyen ve nefsine hâkim olan felaha erer. Neticede iş öyle bir noktaya gelir ki; sâlih mürid, Hz. Peygamber’in sîretine ittiba eden kıymetli mürşidinin seyrine dalar, hayret ve hayranlığı kat be kat artar.

Vahye ve sahih ilhama mazhar olan aziz peygamberleri ve mürşid-i kâmilleri anlamaya çalışmak, onlardan yol, yordam, usûl öğrenmek, böylece hikmete erebilmek her mü’mine gerekli olandır. Allah dostlarının yaptıklarından şüpheye düşmek, kararlarını sorgulamak, teşvişe düşmek bir müridin helakine sebebiyet verir.

Hafazanallah…

Allahü Azîmü’ş-Şân’a ve O’na velî olan Allah dostlarına emanet olunuz, emniyet bulunuz.


Doç Dr. Yunus AKYÜREK diğer yazıları