Akif AKCURA

İnanç Şifâdır, İnkâr Zillet!

İnanç Şifâdır, İnkâr Zillet!

Allah lafzını duymayan bir kalp ne denli atacak o beden için? Allah’ın yarattıklarını görmeyen bir göz ne kadar güzelleştirebilecek gördüğü şeyleri?

İnanç mıdır sonradan kazanılan yoksa inkâr mıdır? İnsanlar bize inancı mı öğretir yoksa inkârı mı? Allah bizleri yaratırken, O’nu bilerek mi bizleri yaratmıştır yoksa boş bir zihinle mi?

Descartes şöyle der: “Bir sanatçının icra ettiği sanatına ismini vermesi veya sonuna imzasını atması gibi, Tanrı’da insanları yaratırken, kendi varlığına dair fikirleri veya delilleri o insanın zihninde bir yerlere yerleştirmiştir.” Bizlere düşen görev ise zihnimizi birazcık kurcalamak. Evet, insan doğuştan yaratıcısını bilerek dünyaya gelir. Dünyaya gözünü açtığı ilk saniyeden itibaren, bilir onu kim yarattı, o hayatı ona kim bahşetti ve kendisini kim bir nutfeden yarattı. Allah inancı insanın fıtratındandır. O, fıtratı bilerek gelir dünyaya. Şöyle ki: “Ebu Hüreyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre, Allah Rasulü (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Her doğan bebek fıtrat üzere doğar. Sonra anne babası onu Hristiyan, Mecusi ya da Yahudi yapar.” (Buhârî, cenâiz 92; Ebû Dâvut, sünne 17; Tirmizî, kader 5) Yani insan, İslam nuruyla aydınlanarak gelir. Başka inançlarda olduğu gibi günahkar olarak gelmez. Bilakis, tertemiz gelir. Tüm pisliklerden uzak, tüm günahlardan beri olarak gelir. Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de: “O halde sen hanif olarak bütün varlığınla dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona yönel. Allah’ın yaratmasında değişme olmaz. İşte doğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum/30) İşte ayetten de anlıyoruz ki insanoğlu tek bir fıtrat üzere yaratılmıştır. Allah’ın o eşsiz yaratması İslam fıtratı üzeredir. Dolayısıyla bir insan doğduğu vakit neye inanacağını bilerek gelir, inkâr ile gelmez. Tam aksine inancın en saf haliyle gözlerini açar.

Pekii, ya inkâr? Şu anda dünyanın birçok yerinde popülaritesi müthiş derecede artmış olan bu kavram insanın zihnine, kalbine nasıl işlemiştir. Nasıl oldu da insanları bu kadar etkisi altına aldı. Yukarıda bahsettiğimiz gibi inanç doğuştandır. Dolayısıyla buradan anlıyoruz ki inkâr denilen illet kesbidir, zorlamadır. Ancak buna rağmen insanlar akın akın bu bataklığa düşmeye devam ediyor. Her düşen kendisiyle beraber birilerini daha çekiyor o bataklığa. Göz göre göre kendilerini yokluğa gömüyorlar. Maalesef bunları yaparken de en ufak üzüntü duymuyorlar. Oysa inanç ihtiyaçtır. Tıpkı uyumak, yemek yemek, su içmek, dinlenmek gibi inanç da bir zaruriyettir. Bedenin diğer saydığımız şeylere ihtiyacı varsa ruhun da o inanca ihtiyacı vardır, inkâra değil. Bedenin ihtiyacı olan uykuyu bedene vermediğimizde bedenin iflas etmesi gibi ruhun ihtiyacı olan inancı ona vermezseniz tıpkı beden gibi ruh da iflas bayrağını çeker. İnsanoğlu bedeninin iflas etmemesi için ne gerekiyorsa yaparken ruhunun iflas etmemesi için hiçbir uğraşta bulunmuyor. Tam aksine onu kendi elleriyle hiçliğe sürüklüyor. Oysaki aslolan beden değil, ruhtur. Bedenlerimiz bizlere sadece birer kılıftır. Geçicidir, yanıltıcıdır, sonludur. Ama ruh, geçici ya da yanıltıcı değildir. Asıl hakkı ve hakikati bilen odur. Özünü unutmayan da odur. İşte bu yüzdendir ki insan bedene değil ruha önem vermelidir. Bunu söylerken de tamamen bedeni boş vermekten bahsetmiyorum. Bedenin ihtiyaçlarına da önem verilmeli. Lakin ruhun ihtiyacı daha önemlidir. Eğer ruh şifâyı bulursa, bedene de sirayet eder. Ruh doygunluğa erişirse, beden de doyar. Elbette insan bedeninin güzelliğine önem verecek, bunun için çaba harcayacak. Fakat içerisinde Allah inancı olmayan bir beden, kendi güzelliğini ne kadar önemseyecek? Allah lafzını duymayan bir kalp ne denli atacak o beden için? Allah’ın yarattıklarını görmeyen bir göz ne kadar güzelleştirebilecek gördüğü şeyleri? Yahut kulak nasıl işittirecek sahibine güzel sesleri? İnsan inanç olmadan yarımdır. Kendinden, özünden uzaktır. Yaratıcısından uzaktır. Allah bizleri özümüzden uzak olmayalım diye, işte o inanç ile yaratır, o fıtratta yaratır.

İnsan bu, her şeyde olduğu gibi burada da nankörlük ediyor. “Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tin/4) ayeti neticesinde bu güzelliğe karşı bir şükürsüzlük yaparak, bu güzelliği ona bahşedeni inkâr edecek. Hem de Allah’ın ona verdiği akıl nimetiyle. Onca güzelliğe rağmen kendisini bataklığa, inkâra atacak. Oysa bizi yaratan Allah zaten en güzel biçimde yaratmış. Bizlerin bunun için ekstra çabalar harcamasına gerek mi var? Bizler Allah’ın bizleri yarattığı fıtrat üzere hayatlarımızı sürsek hem bedenen hem de ruhen güzelliğe erişeceğiz. Hem Allah güzeldir ve güzeli de sever, öyle değil mi?

Çağımıza bir çığ gibi düşen hastalıklar gibi inkâr da insanların hayatlarını karartan bir hastalıktır. Hem de öyle bir hastalıktır ki bu dünya üzerindeki bütün hastalıklardan daha ölümcül ve daha tehlikelidir. Hemen hemen her hastalığın bir ilacı olduğu gibi inkârın da ilacı tabii ki inançtır. Ruha şifâdır. Kalbe devadır. Tüm güzellikler ancak inanç ile gelir. Allah’ı bilerek gelir. Onu çokça anarak, O’ndan yardım dileyerek ve yalnızca O’na ibadet ve kulluk ederek gelir. O’nun dışındaki tüm güzellikler de yine eksiktir, yanıltıcıdır. Bizler şifâ bulmak ve güzellikleri ama hakiki güzellikleri bulmak istiyorsak Allah’ın bizleri yarattığı fıtrattan ayrılmamamız gerekiyor. Allah’ın o eşsiz yaratmasını bir an bile zihinlerimizden çıkarmayıp hakiki güzelin ne olduğunu unutmamamız gerekiyor. Her şeyin hâlikı olan Allah’ı bilmedikçe, O’na şükretmedikçe, O’nu anmadıkça ne bu hastalığımıza şifâ bulabiliriz ne de o güzelliğe ulaşabiliriz. Bedenimizdeki tüm âzâlar O’nu zikretmek, O’na yönelmek isterken bizler başka kelamların esiri olmamalı ve tüm âzâların sesine, hakikatin sesine kulak vermeliyiz. Zirâ kalplerimize ve bedenlerimize şifâ verecek olan yalnızca Şâfi olan Allah’tır!


Akif AKCURA diğer yazıları