Şaban KESECİ

Allah’ın Yardımı Geldiğinde

Allah’ın Yardımı Geldiğinde

Resûlullah aleyhisselam yanıma gelince, dizlerimin üzerine çöküp büzüldüm...

Hendek savaşı birçok ibretlik olaya sahne olmuştur. Savaşın sonuna doğru…

Sahabe efendilerimizden Huzeyfetü’l-Yemân (r.a) anlatıyor:

“Cebrail aleyhisselamın müşriklerin üzerine salınacağını ve onları perişan edeceği­ni Peygamberimiz aleyhisselama önceden haber vermiş olduğu rüzgâr, kasırga, Sebt (Cumartesi) gecesi gürlemeye başladı.

Bu, en soğuk kış gecelerinde esen soğuk, dondurucu bir rüzgârdı. Bize öyle bir gece gelip çatmıştı ki, ondan daha karanlık bir gece görmemiştik.

Gök gürültülerini andıran gürültülerle, korkunç bir rüzgâr da gelip çatmıştı bize!

Resûlullah aleyhisselam müşriklerin aralarında anlaşmazlığa düştüklerini ve Allah’ın onların toplu­luklarını dağıttığını haber almıştı. Gecenin bir kısmını namaz kılarak geçindikten sonra, bize doğru yöneldi ve:

‘Bizim için şu kavmin ne yaptığını gördükten sonra benim yanıma dönecek bir kimse var mı ki, ben onun Cennette bana arkadaş olmasını Yüce Allahtan dileyeyim?’ buyurdu.

Orada bulunanlardan hiçbiri, duydukları şiddetli korku ve karşılaştıkları şiddetli açlık ve şiddetli soğuk yüzünden, ayağa kalkamadı.

Resûlullah aleyhisselam, bu çağrısını üç kez tekrarladı.

Bunun üzerine, Resûlullah aleyhisselam benim yanıma geldi. Üzerimde, ne düşmandan korunabileceğim kalkanım, ne de soğuktan korunabileceğim elbisem vardı. Zevcemin entari üzerinden giydiği, boyu dizlerimi geçmeyen kısa bir ceketten başka bir şeyim yoktu.

Resûlullah aleyhisselam yanıma gelince, dizlerimin üzerine çöküp büzüldüm. Benim için:

‘Kim bu?’ diye sordu.

‘Huzeyfe!’ dedim.

‘Huzeyfe hâ?’ buyurdu.

‘Evet yâ Rasûlallah! Huzeyfe’yim!’ dedim.

‘Sen geceden beri benim sesimi işitmedin mi? Ne için ayağa kalkmadın?’ diye sordu.

‘Seni hak din ile peygamber gönderen Allah’a yemin ederim ki; ben kendimdeki açlıktan ve karşılaştığım soğuktan dolayı davetine icabet edemedim!’ dedim.

‘Git de, bana şu kavmin haberini getir! Git, şu kavim ne yapıyor bir bak! Yanıma dönüp gelinceye kadar da, onlara ne ok, ne taş atacak, ne mızrak saplayacak, ne de kılıç vuracaksın!’ buyurdu.

‘Yâ Rasûlallah! Onlar beni öldürürler diye korkmuyorum. Fakat beni esir edip keserler, biçerler diye korkuyorum!’ dedim. Resûlullah aleyhisselam:

‘Sen benim yanıma dönüp gelinceye kadar ne sıcaktan, ne de soğuktan zarar görmeyeceksin! Senin için esir edilmek, kesilip biçilmek sakıncası da mevcut değildir’ buyurdu. Yine:

‘Git, şu kavmin içine gir! Ne söylüyorlar bir bak! Bana şu kavmin haberini getir, ama onları aley­hime kaldıracak bir şeyi yapmaktan sakın!’ buyurdu.

‘Allah’ım! Onu önünden, ardından, sağından, solundan, üstünden, altından koru!’ diyerek dua etti. Kılıcımı, yayımı aldım. Üzerimdeki ötemi berimi sıkıladım.

Müşriklere doğru yürüyüp gitmeye başladım. Sanki hamamda yürüyor gibi idim. Vallahi, içimde ne bir korku, ne de bir üşüme kalmış, hepsi içimden çekilip gitmişti. İçimde bunlardan hiçbir şey duymuyordum artık! Nihayet, müşriklerin ordugâhının yanına vardım.

Ebu Süfyan’ı yanmış bir ateşin başında ve birtakım adamların içinde buldum.

‘Göçüp gitmek gerek! Göçüp gitmek gerek!’ diyordu. Sırtını ateşe tutup ısıtmaya başladığı sırada idi ki, kendi kendime:

‘Ben daha ne bekliyorum? Allah düşmanının yerini görmüş bulunuyorum!’ dedim. Hemen, Resûlullah aleyhisselamın:

‘Benim yanıma dönüp gelinceye kadar bir hadise çıkarmayacaksın!’ buyruğunu hatırlayınca geri durdum, okumu çantama koydum. Kendimde bir cesaret buldum. Onların içlerine girdim.

Rüzgâr ve Allah’ın gözle görülmeyen ordusu onlara yapacağını yapıyor; onların tencere ve tavalarını deviriyor, ateş ve ışıklarını söndürüyor, çadırlarını başlarına yıkıyordu! O sırada, ateşin başına kadar varmış, müşriklerin yanlarına oturmuştum.

Ebu Süfyan, ayağa kalkıp:

‘İçinizde casuslar, gözcüler bulunmasından sakınınız! Her adam yanında bulunanın kim olduğuna baksın. Sizden her biriniz, yanında oturanın elini tutsun! Kim olduğunu tanısın!’ dedi.

Hemen sağ elimi uzatıp yanımda oturan kimsenin elini tuttum ve ona:

‘Sen kimsin?’ dedim.

‘Amr b.Âs!’ dedi. Hemen sol elimi de uzatıp sol yanımda oturan kimsenin elini tutarak kendisine:

‘Sen kimsin?’ dedim.

‘Muaviye b. Ebu Süfyan!’ dedi. Ben tanınırım diye korkumdan böyle yaptım.

Bundan sonra, Ebu Süfyan:

‘Ey Kureyş cemaati! Vallahi, siz durulacak bir yerde durup sabahlamadınız! Vallahi, siz durula­cak gibi bir yerde değilsiniz! Hemen göç edip gidiniz! İşte, ben göç edip gidiyorum!’ dedi.

Sonra da, devesine doğru vardı. Devenin bir dizi bağlı idi, üzerine oturdu, yürütmek için ona vurdu. Deve üçayağı üzerine sıçrayıp kalktı. Vallahi, devenin ayak bağı ayakta iken çözüldü!

Rüzgâr ordugâhlarını altüst ederken, onlar ordugâhlarından bir karış bile ileri geçecek durumda değillerdi. Vallahi, onların büyük halıları ve döşekleri üzerine rüzgârın yağdırdığı taşların çıkardıkları sesleri işi­tiyordum.

İkrime b. Ebu Cehil, Ebu Süfyan’a:

‘Sen kavmin lideri ve orduların başkumandanı olduğun halde, halkı nasıl geride bırakıp gidiyorsun?!’ deyince, Ebu Süfyan utandı.

Hemen devesini ıhdırdı ve yularını eliyle çekip durdu ve halka:

‘Haydi, göç ediniz!’ dedi.

Ordusunun takip edilmesinden korkarak Amr b. Âs ve Hâlid b. Velid’i artçı olarak iki yüz atlı ile geride bıraktı. Bunlar, seher vaktine kadar ordugâhta beklediler.

Kureyşîlerin orduları böylece Medine’den ayrılıp gittiler.”

 

Huzeyfe (r.a) Hazretleri şöyle devam eder:

“Müşriklerin ordugâhından döndüğüm zamanda da, yine, hamamda yürüyor gibi idim!

Resûlullah aleyhisselama doğru giderken, yolu yarıladığım veya yarıya yakın yol aldığım sırada gördüğüm yirmi kadar beyaz sarıklı süvari, bana:

‘Sahibine haber ver Allah, düşman askerlerine karşı ona kâfi gelmiştir!’ dediler.

Resûlullah aleyhisselamın yanına döndüğüm zaman, kendisi zevcelerinden birisine ait Yemen işi bir kilim üzerinde namaz kılıyordu.

Vallahi, döner dönmez, bütün üşümelerim gerisin geri bana gelmişti; tirtir titriyordum.

Yaklaşmamı eliyle işaret edince, yanına yaklaştım. Yaklaşınca, kilimin bir ucunu benim üzerime sarkıtıp saldı. Namazını bitirince:

‘Yeman’ın oğlu, otur! Müşrikler hakkında ne haberin var?’ diye sordu.

‘Yâ Rasûlallah! Halk Ebu Süfyan’ın başından dağılmış, başında ancak bir cemaat kalmış! Ateş yak­mışlar. Allah, bizim üzerimize boşalttığı soğuk gibi, onların üzerine de soğuk boşaltmaktadır! Fakat biz buna karşılık Allah’tan onların dilemedikleri ecri dileriz!’ dedim.

Kendisine müşriklerin bütün haberlerini verdim ve onları göçüp giderlerken geride bıraktığımı söyledim.

Peygamber aleyhisselam, azı dişleri görününceye kadar güldü.

Resûlullah aleyhisselam beni iki ayağı arasına, ayakucuna yatırdı. Örtünün bir ucunu üzerime bıraktı. Örtünün içinde sabaha kadar uyumaktan ayrılamadım. Sabaha eriştiğim zaman, Resûlullah aleyhisselam:

‘Kalk artık ey uykucu!’ buyurdu.

Peygamberimiz aleyhisselam sabaha çıktığı zaman, oradaki düşman ordugâhlarında bir tek kişi bile geride kalmamıştı. Müşrikler götüremedikleri bazı metalarını da bırakıp gitmişlerdi.

 

(Mustafa Âsım Köksal, İslâm Tarihi, Medine Devri, V, 105-112)


Şaban KESECİ diğer yazıları