Tayfur KOZAN

Medeni Şehirlerden Modern Kentlere

Medeni Şehirlerden Modern Kentlere

Medine’deki İslam medeniyetinin beşiği kabul edilen mescidi nebevi bu formun çağlar ötesine tesir eden en kadim örneğidir...

İnsanoğlu sosyal bir varlıktır ve hayatını bir toplum içerisinde ikame etmek zorundadır. Toplum ise rastgele bir araya gelmiş insan kümesi olmayıp, ortak duygu, düşünce ve amaç çerçevesinde şekillenmiş hiyerarşik, otonom bir yapıdır.

İnsanlık tarihinin ilk dönemlerinde temel ihtiyaçların karşılanması ve güvenlik kaygısıyla bir araya gelen insanların oluşturduğu, kan bağına dayalı, İbni Haldun’un ifadesiyle Bedavet tipi toplum yapıları, zamanla zaruri ihtiyaçların kemale ermesiyle, yerini karmaşık ve heterojen toplumsal ilişkilerin hakim olduğu, hadaret tipi toplum yapılarına bırakmıştır. Şehirleşme dediğimiz yeni toplum yapısı içerisinde şekillenen insan ihtiyaçları ve yaşam biçimleri, gelenekten gelen inanç, olgu ve biçimlerle etkileşerek zamanla kültür mefhumunu ortaya çıkarmış, kültürlerin başka kültürlerle etkileşimi sonucu ise medeniyetler doğmuş ve gelişmiştir. Bu nedenle şehirleşmenin başladığı yer aynı zamanda kültür ve medeniyetin başladığı yerdir.

Arapçada şehir “Medine” kavramıyla ifade edilir ki, Medine aynı zamanda “medeni olan” anlamındadır. Bu nedenle etimolojik olarak medeniyet kelimesinin Medine’den gelmesi, şehirle medeniyet arasındaki sıkıbağa işaret etmektedir. Bu nedenle kültür ve medeniyetin merkezi şehirlerdir. Günümüzde nüfusun çoğunluğunun ticaret, sanayi ve hizmet alanlarında çalışan, tarımsal etkinliklerin olmadığı, ilçeden büyük şehir anlamına gelen “Kent” kavramı kullanılsa da medeniyetle ilişkilendirildiğinde bu kavramın çok yavan kaldığı yadsınamaz bir gerçektir.

İslam tarihi açısından bakıldığında dünyanın en kadim medeniyetlerinden birisi olan İslam medeniyetinin merkezi Medine’dir. Zira yine bir şehir olan Mekke’de oku ilahi hitabıyla nazil olan İslam,  hicret emr-i ilahisiyle Medine’de kemale ermiş ve medeniyet mesabesine yükselmiştir. Binaenaleyh Mekke, Peygamber efendimize ilk vahyin geldiği, İslam’ın ilk tebliğ edildiği yer olmasına rağmen, İslam toplum düzeni ve hukuk sisteminin inkişaf etmemesi nedeniyle medeniyet merkezi olamamıştır. İslam toplum düzeninin, devlet nizamının, şehir düzeninin, estetiğinin, düşüncesinin ve yaşam biçimin merkezi Medine olmuş ve bu nedenle İslam medeniyetinin miladı Medine olarak kabul edilmiştir. Daha sonraki dönemlerde yeni kurulan ve fütuhatla ele geçirilen tüm İslam şehirlerine ruhi ve duygusal formda model olan şehir yine Medine olmuştur.

Medine’deki İslam medeniyetinin beşiği kabul edilen mescidi nebevi bu formun çağlar ötesine tesir eden en kadim örneğidir. Nitekim mescidi nebevi salt ubudiyet gayesiyle inşa edilmiş bir mekân değildir. Mescidi Nebevi aynı zamanda bir ilim merkezi (suffa), bir istişare merkezi, bir imarethanedir. Sonraki dönemlerde kurulmuş İslam şehirlerindeki tüm mabetler bu ruhi ve hissi gayelerle imar ve inşa edilmiştir. Bununla birlikte efendimizden beri teselsül eden ilahi ve ruhi hürmet sebebiyledir ki tüm bu mabetler, çevresinde bulunan imarethane, medrese, rasathane ve diğer müştemilatlarıyla birlikte salt mekân kaygısından uzak, son derece sanatsal ve estetik duygularla inşa edilmiştir.

İnsanların kalbi olduğu gibi şehirlerinde kalbi vardır. İslam şehirlerinin kalbi camilerdir. Bugün hangi İslam şehrine giderseniz gidin orada, yukarıda ifade ettiğimiz hissi ve ruhi gayelerle inşa edilmiş camiler, şehrin kalbi olduğunu size hissettirecektir. En güzel İslam şehirlerimizden olan, Efendimizin övgüsüne mazhar olmuş İstanbul’da Süleymaniye ve Sultan Ahmet Camileri, Edirne’de Selimiye Camisi, Batı Trakya’da ve Balkanlarda bulunan birçoğu harabe durumunda Osmanlı eserleri, Anadolu’muzun birçok şehrinde bulunan Selçuklu eseri Ulu camiler, Kümbetler, İslam medeniyetinin havzası, Bağdat, Basra, Kufe gibi şehirlerde bulunan camiler, Türk İslam medeniyetinin havzası Semerkant, Buhara, Taşkent’te Medeniyet tarihimizin derinliklerinden kalkıp gelen İslam eserleri, Mehmet Akif Merhumun ifadesiyle tek dişi kalmış canavar olan insanlık düşmanı Batı Medeniyetinin Endülüs’te yakıp yıktığı camiler, medreseler ve hassaten kendisiyle beraber bizleri de yakıp kavuran Şam Ümeyye cami ve Mazlum Kudüs’te Mescid-i Aksa gönül gözüyle tasarlanmış, akılla inşa edilmiş, bulundukları şehrin kalbi müesseseleridir.

Şehrin derinliklerinden kalkıp gelen ruhi ve kalbi hissiyatımızın ürünü sadece camilerimiz değildir. İnşa edildiği her dönemin kendi anlam derinliğini, modernizme kafa tutarcasına maziden günümüze teselsül ettiren, içerisinde vuku bulan tüm yaşanmışlıkları adeta kulaklarımıza fısıldayan meskenlerimiz de kadim şehir kültürümüzün kalbi değil midir? Türkçemizde hane, beyt, dâr, menzil, dam gibi kavramlarla ifade edilen meskenlerimiz, şehirlerimiz içerisinde günümüzde olduğu gibi estetik duygu ve gayelerden uzak, rast gele inşa edilmiş mekânlar değildir. Aksine sosyal hayatı bütün yönleriyle kuşatan dünyevi ve uhrevi saadet mekânlarımızdır. Kültürümüzde meskenlerimiz, cami ve benzeri dini, sosyal ve kültürel mekânların çevresinde, şatafat ve gösterişten uzak, sahiplerinin mahremiyetini ve emniyetini sağlayacak biçimde inşa edilmişlerdir. Misafirperverliliğin, yardımlaşma ve dayanışmanın da bir göstergesi olan bu mekânlarda, her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüştür. Mesela gelen misafirlerin kalabilmesi için “misafir odası” oluşturulmuş, çatı ve bacalar aynı zamanda kuşlar için bir barınak olarak düşünülmüş ve inşa edilmiş, yüksek duvarlarla dışarıdan görülmeyecek biçimde oluşturulan avlu ve bahçeler yeşile ve doğaya hürmetin nişanesi olarak ağaçlandırılmış ve çiçeklerle bezenmiştir.

Kadim medeniyetimiz içerisinde şehirleşme anlayışımızın ölçüsü sadece dünyevi mekânlarımız değildir. Ahiret kapısı şehir mezarlıklarımız da bu anlayışın en mücerret göstergesidir. Maziden günümüze bir köprü hüviyetindeki bu yerler şehrin en kesin tapularıdır. Bununla birlikte kültürümüzün önemli unsurları arasında yer alan, her biri zamanlarının birer şahidi ve temsilcisi olan sanat abidesi mezar taşlarımız da adeta medfun kişinin ve dikildiği dönemin toplumsal ve kültürel yapısını fısıldar kulaklarımıza.

Ancak ne acıdır ki İslam şehir toplumunun ilk örneği olan Medine’den başlayarak, yüzyıllardır kültürün ve medeniyetin hamisi erdemli şehirlerimiz, günümüzde seküler pragmatist anlayışın tesirinde, ruhundan ve mensubu olduğu medeniyetten koparılmakta, modern kentleşmeye,  insan heva ve ihtiraslarına kurban edilmektedir. Hiçbir estetik ve sanat değeri taşımayan, nahoş mimari anlayışla inşa edilen devasa yapılar içerisinde hayatını ikame etmeye çalışan insanoğlu, bırakın başkasına yabancı olmayı, kendisine dahi yabancılaşmıştır. Dikey anlayışta inşa edilen koca bir şehrin bir betona sığdırıldığı, ağacın, yeşilin çiçeğin, böceğin, kuş seslerinin, selamın ve kelamın olmadığı, kapıdan çıkarken yüz yüze bakılan insanların dahi yok hükmünde olduğu bu kent hayatında, acaba insan ne kadar fıtratını yaşamakta ve mutlu olabilmektedir! Artık milyon dolarlık devasa binalarda, sahip olduğumuz kutu gibi dairelerimizde, bırakın misafir ağırlayacağımız odaları, anne ve babamıza serecek bir döşek dahi bulamıyoruz. Bu nedenle daha öncede ifade ettiğimiz gibi çarpık kentlere, devasa betonlara mahkum edilmeye çalıştığımız insanlık, tarihinde hiç görmediği kadar hem kendisine hem de toplumuna yabancılaşmış ve yalnızlığa mahkûm olmuştur. Nitekim kazanmaktan ve tüketmekten başka beklentisi olmayan, bunun için hayatta sahip olduğu en değerli kıymet-i hazinesi olan zamanını dahi feda etmekten çekinmeyen insanlık, çarpık, ruhsuz, kalabalık kentlerde adeta göklere meydan okurcasına yükselen devasa gökdelenlerin içerisinde, insanlığa ve topluma mesafe koyup yaşamaya çalışırken, tatmin olamayan arzularının esiri modern kölelere dönüştüğünün farkında değildir. Bunlarla birlikte Medine temelinde şehirlerin kalbi medeniyetimizin hamisi, mescidi nebevinin şubesi olarak telakki ettiğimiz dini mekânlarımız dahi, bugün estetikten, ruhtan ve hissiyattan uzak, çarpık kentleşmeye kurban edilmektedir. Salt ubudiyet gayesiyle inşa edilen bu mekânlarımız, devasa plazaların, ruhsuz betonların arasında maalesef yok olup gitmektedir. Artık mescitlerimizin duvarlarına ne kuşlar için yuvalar yapılmakta, nede bahçelerine zamana tanıklık edecek çınarlar ekilmektedir.

Şehrin nişanesi,  geçmişin şahidi mezarlıklarımız da günümüzde çarpık kentleşmeye kurban edilmiş mekânlarımız arasındadır.  Eskiden olduğu gibi rengarenk çiçekleriyle, endamlı ve uzun selvileriyle insana huzur veren mekanlar olmaktan çıkan şehir mezarlıkları, bugün ruhsuz beton yığınlarına dönüşmüş durumdadır. Bununla birlikte ölen insanların bıraktığı hatıralarını birkaç nesil sonrasına nakletme isteğinin en müşahhas ve estetik ifadesi olan mezar taşları da bugün yerini donuk, soluk mermer yığınlarına bırakmıştır. Geçmişten günümüze ulaşabilen birkaç numunede atıl bir vaziyette eski cami, tekkelerin hazirelerinde yok olacağı günü beklemektedir.

Hülasa günümüzde estetik duygulardan ruhi form ve biçimlerden uzak inşa ettiğimiz gökdelenlerin, plazaların, metroların, avm’lerin istilâ ettiği şehirler kalbimizi yaslayacağımız, huzurumuzu bulacağımız şehirler değildir artık. Maalesef bizler günümüzde insanlığı uygarlaşma zan ve iddiasıyla hem beton yığınlarına hem de yalnızlığa mahkûm ettik. Gelişen zamanda hem medeniyeti hem de şehri öldürdük başına da mezar taşı olarak devasa gökdelenler ruhsuz plazalar diktik.

 Başımız Sağ olsun…

 


Tayfur KOZAN diğer yazıları