Tatsız, Tuzsuz

Niye zahmet buyurdunuz Ya Rasûlallâh!...

Sıkça kullanılan bir deyiştir “tatsız, tuzsuz” tabiri. Günlük hayata dair ne varsa, özünde sevgi, saygı, heyecan ve özlem olmayan eylemlerin sonuna ya da psikolojik rahatsızlığı olanların isimlerinin başına getiririz genellikle. “İşin tadı tuzu kalmadı”, “Ne de tatsız tuzsuz birisi” cümleleri dökülür dudaklarımızdan…

“Bilgili, ama dinî metinleri düz okuyor. Hisleri zayıf, arka plana inemiyor, aşksız muhabbetsiz birisi.”

“Davranışları, oturup kalkması düzgün ama çok şekilci, dili sivri mi sivri, kalp kırmışım, gönül yıkmışım umurunda değil, insanımıza, tarihimize, kültürümüze yabancı.”

“Dediğim dedik birisi. Âyet ve hadisleri bir o doğru anlar. ‘Böyle yorumluyorsun ama şu âyet ve hadislere binâen böyle de düşünemez miyiz’ diyorum ama nâfile… Ne söylersem söyleyeyim sonunda ‘sen müşrik oldun, Allah’a ortak koştun’ diyor.”

“İbadet etse, gece-gündüz namaz kılsa, bin kez hacca gitse ne çıkar… Kendini beğenmişin teki… Bulmuş meraklı tipleri, fetva üstüne fetva veriyor. Meydanı boş buldu ya… Artık sen kâfirsin, ben münafık, öteki de fâsık…”

Maalesef son dönemde bu tip insanlara sıkça rastlıyoruz. Peki, sormak lazım böylelerine; sahip olduğunuz bilgiyi insanları bu gibi ithamlarla yaftalamak için mi öğrendiniz? İlmin gayesi insanları dünya ve ötesi hususunda aydınlatmak, yanlış bilinenleri onları kırmadan, incitmeden daha da önemlisi ürkütüp kaçırmadan anlatmak değil midir? Hz. Peygamber döneminden bu yana yoruma açık olan bazı âyet ve hadisleri yanlış anlayıp insanlara aktarabileceğiniz, hatta Ehl-i Sünnet’le asırlardır mücadele eden zararlı ekollerden etkilenebileceğiniz hiç mi aklınıza gelmiyor? Yoksa siz onlardasınız da, sağlam bir imana sahip olan Müslümanların tepkisini çekmemek için mi bunu söyleyemiyorsunuz?

Hacc ve umrede Hz. Peygamberi ziyaret ettiğiniz için, ölmüşlerinizin arkasından dua edip, Kur’ân okuyup hayır işlediğiniz için, kabrin ya bir cennet bahçesi ya da bir cehennem çukuru olduğunu buyuran Efendimizi (s.a.s) tasdik ettiğiniz için, Allah katında kıymetli olduğunu düşündüğünüz kimselerin sağ ise dualarını talep ettiğiniz, ölmüş iseler Allahü Teâlâ’dan onların hürmetine dilekte bulunduğunuz için, yine Allah dostlarıyla birlikte olmaya ve bu birlikteliği hayalen sürdürmeye çalıştığınız için, bedenler ölse de ruhların Allah’ın izniyle tasarrufta bulunduklarını inandığınız için, başta Peygamberiz (a.s) olmak üzere diğer peygamberler, evliyâullah, âlim, şehit ve hadislerde geçen bazı kimselerin şefaatlerini/yardımlarını umduğunuz için, âyette ‘Kullarımızdan bir kul’ (Kehf, 18/65) ifadesiyle övülen Hızır aleyhisselâm ile karşılaşmayı umduğunuz için… âlim olduğunu söyleyen birisi size olmadık sözler söylese kendinizi nasıl hissedersiniz?

Hâlbuki sayılan hususların her biri bir ya da birden çok âyet ve hadise dayanmaktadır. Üstelik zikri geçen hususların bazısının ya da hepsinin sırrına vâkıf olan o kadar çok Müslüman kardeşimiz var ki aramızda…

Peygamber Efendimizi görme şerefine ereni mi ararsınız, Hızır’la karşılaşanı mı? Bir Allah dostunun duasıyla şifa bulanı mı, olmadık belalardan kurtulanı mı? Dağların, taşların, canlı-cansız varlıkların zikredişini duyanı mı?

Birinden dinlemiştim; öğrenciyken meteliksiz kalmış. O günlerde rahmetli babasını görmüş rüyasında. ‘Üzülme, sana yardım edeceğim’ demiş can paresine. Ve ardından bir burs çıkmış bizimkine. Görüyorsunuz ya, adı sanı duyulmayan bir ruhâniyet bile bi-iznillâh hayattaki evladına yardım edebiliyor. Artık peygamberlerin ve Allah katındaki değerli kulların yapabileceklerini siz düşünün…

Yoksa bu konuda, kitaplarda sayısız hâtıraları geçenler ve hâlihazırda yaşayanlar ağız birliği edip yalan mı söylüyorlar? Elbette hayır…

Hemen herkesin bildiği birkaç örnek verelim;

Kuşeyrî’nin meşhur eserinde geçtiğine göre İbn-i Celâh, Medine’de fakir düşmüştü. Hücre-i Sa‘âdete gelip: “Yâ Rasûlallâh! Bugün sana misafir geldim. Karnım çok açtır.” dedi. Sonra da bir kenara çekilip uyudu. Rasûlullâh (s.a.s), rüyasında görünüp, ona büyük bir ekmek verdi. İbn-i Celâh diyor ki: “Çok aç olduğum için, ekmeği hemen yemeğe başladım. Yarısı bitince, uyandım. Kalan yarısını ise elimde buldum.”

Osmanlı tarihinden iki örnek;

Tarih 1517. Sekiz yıllık hükümdarlığı döneminde bir ay bile İstanbul’da oturmayan Yavuz Sultan Selim, Mısır seferindedir. Cihân hükümdarı bir ara atından iner. Tabi süvariler de... Hava sıcak, yol uzun, asker ise hayli yorgundur. Vezirlerden birisi bütün cesaretini toplayarak sert mizaçlı padişaha yaklaşır ve niçin atından indiğini sorar. Şöyle cevap verir Peygamber aşığı Sultan: ‘Efendimiz (s.a.s) yaya olarak bize rehberlik ederken nasıl ata binerim!’

Sultan III. Osman’ın (1754-1757) sadrazamlarından Hekimoğlu Ali Paşa zamanında bir tüccar iflas etmiş, üstelik hayli de borca girmişti. Adamcağız bu çaresiz haldeyken bir gece rüyasında Efendimizi (a.s) gördü ve yardım istedi. Peygamberimiz ona: “Git, Allah’ın makbul kulu Ali Paşa’ya benden selam söyle sana 100 altın versin.” buyurdu. Adam: “Ya Rasûlallâh! Ben, Ali Paşa’ya selamınızı iletir, bana 100 altın vermesini emrettiğinizi söylerim, ama bana inanmaz ki!” dedi. Bunun üzerine Efendimiz (a.s) şöyle buyurdu: “Sana inanması için ben sana belge vereceğim. Ali Paşa bana her akşam yüz salavâtı şerife okurdu, ama geçen perşembe akşamı okumadı. Bunu ona söylersen sana inanır.” Sabah olunca adam hemen Ali Paşa’ya gitti ve görmüş olduğu rüyayı anlattı. Ali Paşa “Peygamberimiz bana niye söylemiyor da sana söylüyor?” diye inanmak istemedi. Adam ise: “Efendim, ben bana inanmayacağınızı Hz Peygamber’e söyledim. O da bana bir belge verdi. Siz, her gece Efendimize yüz salavâtı şerife okuyormuşsunuz, ama geçtiğimiz perşembe akşamı okumamışsınız.” Ali Paşa düşünmüş o gece hakikaten okumadığını fark etmiş. Bunun üzerine adama şöyle der: “Peki, Hz Peygamber sana ne söyledi ise aynen tekrarla.” Adam tekrarladı: “Ali Paşa’ya benim selamımı söyle sana 100 altın versin” Ali Paşa “Bir daha söyle” diye tam yedi defa tekrarlattı. Adam, Ali Paşa’yı kendisiyle alay ediyor sandı. Tam paradan ümidini kesmişti ki, Ali Paşa “Sana Peygamberin her selamı için 100 altın vereceğim. Yedi defa tekrarlattım, 700 altın eder” der ve gerçekten 700 altını kendisine verir.

Bir örnek de Çanakkale’den;

Savaşın kahramanlarından Yarbay Hasan Bey, Kerevizdere Cephesinde yaralılarla ilgileniyordu. Bu esnada ölü taklidi yapan bir Fransız askeri elindeki kamasını aniden göğsüne saplayıverdi. Hasan Bey, derin bir âh çekerek yere yığıldı. Durumu an be an kötüleşiyordu. Artık gözleri buğulanmaya, o güzel çehresi solmaya başlamıştı. Birden silkinir gibi oldu. Gözleri sanki yanındakileri değil de ufku takip ediyordu. Bir ara fısıltıyla: “Beni ayağa kaldırınız.” diyebildi. Askerleri, komutanlarının bu isteğini derhal yerine getirdiler. Üstü başı kan içerisinde, son anlarını yaşamakta olan Yarbay Hasan Bey, “Lâ ilâhe illallâh Muhammedu’r- Rasûlullâh” dedi. Yüzünde derin bir tebessüm oluşmuştu. O, bu vaziyette iken dudaklarından şu sözler döküldü.

“Niye zahmet buyurdunuz Ya Rasûlallâh!”

Bu ve benzeri örneklerden anlıyoruz ki, Allah yolunda olan samimi insanlara başta Peygamberimizin (s.a.s) ruhaniyeti olmak üzere Allah’ın dilediği ruhlar istimdat/yardım edebilir. Doğru din anlayışı budur. Kul ölünce işi bitmez, Cenâb-ı Hakk’ın izni ile yeryüzünde bu gibi tasarruflarda bulunabilir. Yakın tarihimizden konu ile ilgili bilgilenmek isteyenler ve ilginç örnekleri merak edenler Lâdikli Ahmet Ağa’nın hayatını okuyabilirler.

Evet, yoruma açık olan âyet ve hadislere sadece sizin anladığınız manaları yüklememelisiniz. Bilindiği gibi Hz. Musâ (a.s), Kehf sûresinde Hızır ile yaşadığı olaylara farklı anlamlar yükleyince arkadaşlıkları sona ermiş, sonrasında ise bütün olan bitenin arka planını, yani ‘hikmeti’ Hızır aleyhisselâmdan dinlemiştir. (Bkz. Kehf, 18/60-82)

Buna benzer bir hadise de Hudeybiye Seferinde yaşanmıştır. Şöyle ki:

Hudeybiye anlaşmasını açıkça Müslümanların aleyhine gören Hz. Ömer, bu anlaşmaya imza atan Hz. Peygambere sonradan çok pişman olacağı sözler söylemiştir. Ancak olayın akabinde nâzil olan Fetih sûresi ve gelişen olaylar Efendimiz aleyhisselâmın ne kadar isabetli bir karar aldığını göstermiştir. Şu sözler Ömeru’l-Fâruk’un (r.a) bir özeleştirisidir.

“O gün Rasûlullâh aleyhisselama karşı sarf etmiş olduğum sözlerimden duyduğum korkudan dolayı, akıbetin hayrolmasını umarak oruçlar tutmaktan, sadakalar vermekten, nafile namazlar kılmaktan, kölel­er azad etmekten geri durmadım!” (İbn Seyyid, Uyûnu’l-Eser, II, 119)

Görüldüğü gibi Peygamberimizin ferasetiyle övdüğü, hatta bazen daha bir konuda âyet gelmeden o âyetin içeriğini seslendiren Hz. Ömer (r.a) gibi bir dehâ bile ilk etapta olayın arka planını kavrayamamıştır. Demek istiyoruz ki, akıl ve mantık her zaman doğru yolu gösteremeyebilir. Duyular ve algılamalar bizi yanıltabilir. Farklı bakış açıları kazanmak, en önemlisi de iddiacı olmamak gerekir.

Efendim, bu olayın ardından hemen Fetih sûresi indirilerek kalpler ve zihinler yatıştırılmış, şüpheler ortadan kaldırılmıştır, denilebilir.

Biz de tam onu söylüyoruz. Günümüzde herhangi bir konu hakkında sûre ve âyet indirilemeyeceğine göre Kur’ân’ı Kerîm’e, hadîs-i şerîflere ve bunlardan beslenen kaynaklarımıza geniş bir perspektiften bakmamız gerekiyor. Emin olun, soru ve sorunlarımız aynı konudaki başka bir âyet, hadîs ve hatta menkıbede cevabını bulacaktır.

Sevgi, ilgi, iyi ve dürüst bir yaklaşım bekleyen ama maalesef doğru inanç, ibadet ve güzel ahlaktan yoksun Müslüman kardeşlerimizi şirkle, küfürle, dini çarpıtmakla suçlamanın ve böylelikle gönül ve fikir ayrılığına yol açmanın İslâm ve Müslümanlarla mücadele edenlerin amaçlarına hizmet edeceğini unutmayalım.

Değerlerimizi yıpratmayalım, huzursuzluk çıkarmayalım. Birleştirici olalım, algılayamadığımız ve hissedemediğimiz hususlarda yanılma payı bırakalım.


Yunus Emre TOPRAK diğer yazıları