Testideki Derya

Hakk’ın varlığında varlık buluncaya dek, insan için sonsuzluk avuç içi kadar bir yer olarak kalır...

Algılarımız evrenin bizi sardığını düşündürür. Oysa insanın evreni kendi beynidir. Kâinatın tamamını fetheden bir kral olsa da ancak kendi kâinatı kadar, yani beyni kadar hükmedebilir. Bu nedenledir ki insana en büyük engel kendisidir. Ömrü seksen sene de olsa, sonsuz da olsa ancak kendi evreni kadar yaşayacaktır. Güncel haliyle dünyamızda yaklaşık sekiz milyar kâinat (umwelt ya da âlem-i suğra) yaşam sürer. Bu açıdan, mikro seviyeden makro seviyelere kadar bütün kırılmaların, kaosların ve savaşların asıl nedeni daha belirgindir: sonsuzluk arzusu.
 
“Salyangoza sonsuz bir ömür verilseydi,
onun sonsuzluğu ne olurdu?”
 
Efsaneye göre, Enkidu’nun arkadaşı Gılgamış arzu ettiği sonsuzluğu yakalayamadı. Bunda asıl mesele onun epik yolculuğunun sonunda sonsuzluğa ulaşamaması değil, istediği sonsuzluk; yani kendisiydi. Hakiki sonsuzlukla tanışmış olsaydı, beyinden kalbe tekil bir yolculuk başlatan kahramanı okuyor olurduk.
 
Hazret-i Abdülkadir (k.s) der ki; "Avuç içi kadar dar bir yerde de kalsan, geniş sahalara da çıksan her ikisi de sana göre eşit olmalı." Avuç içi kadar yer, insanın beyninde kullandığı biyolojik alandır. Zaten sahralarda da olsa, o avuç içi kadar alanda yaşar. Afak ve enfüsteki delillerin özdeşliğini idrak ettiği an, hikmete giden yol olan ‘men arefe nefsehû’ irfanına ilk adımı atmış olur. Sonraki adımlar ise malum; kırılmadan önce testideki deryayı bulmak. Peki, testideki derya nedir?
 
“Hakk’ın varlığında varlık buluncaya dek,
insan için sonsuzluk avuç içi kadar bir yer olarak kalır.”
 
Kalp, ekseriyetle göğüs kafesindeki dolaşım sistemi organımız olarak bilinse de, İbn Arabî'nin (k.s) ifadesiyle ‘terakkinin sonsuza dek sürdüğü’ benzersiz bir aynadır. Sonsuzluk, mutlak sonsuz olandan başkası ile bu aynada temelli bağ kurmamaktır. Tasavvuftaki rabıtanın hakikati de budur.
Zaten, bir gün tüm yaratılmışlardan bağlar çözülecek. Tasavvuf marifeti bunu önceler, yarınlara bırakmaz. Şeyh Galip, dizelerinde bu devranı ne de güzel anlatır; 
 
Her renge boyan da reng verme,
Mir’ât-ı safâya jeng verme!
(Bütün renkler aynaya yansır, ancak o hiç birine boyanmaz. Dünyanın mahiyeti de kalp aynasında akseder, fakat o masiva ile boyanmamalıdır.)
 
“Denizi bir testiye döksen ne kadar alır? Bir günlük nasip!” diyen Celaleddin Rumi (k.s), sonsuzluğun fani bir bedene sığmayacağını hatırlatır. Sınırlarımızı, testiye deniz sığdırmayı planlayarak ya da testideki denizi görmeyerek kendimiz çizeriz. Simurg gibi kanatlanmak, ancak kalp kanatlarının açılması ile mümkün olacaktır.
 
Buddha'nın “Ne düşünüyorsak, oyuz. Her şeyimizin kökeni düşüncelerimiz. Düşüncelerimizle dünyayı kurarız.” sözleri ile, Shakespeare'in “İyi de yoktur kötü de! Düşünce var eder ikisini de.” cümleleri, farklı dünyalardan gelen eş seslenişlerdir. Yüzlerce asırlık entelektüel düşünce mirasında bu tür denklemleri sıkça görmemiz mümkündür, ancak bu denklemler marifet aşamasına geçemediğinden hep yarım kalmışlardır. Bilgi var, eylem var, ancak marifet yok. Bu noktada, impostor sendromu ile karşılaşırız. Steinbeck ve Einstein gibi meşhurların da yaşadığı bu sendromun asli kaynağı, beyinden kalbe hicret edememektir. Baudelaire'de bu; “Her nerede değilsem orada iyi olacakmışım gibi gelir.” ifadesiyle yerini bulmuştur.
 
“Cihad-ı asgar topraklarını genişletir,
cihad-ı ekber ise evrenini genişletir.”
 
Kendisine saygısı olan her birey, ‘dünyaya nereden geldiğini, şimdi nerede olduğunu ve nereye gittiğini’ sorgulayabilir. Yalnız beyin seviyesinde kaldığında, beyin kıvrımları ile bağırsak kıvrımları arasında nüans göremeyecektir. Gökkuşağını cehennem kuşağına çeviren Batılı düşünce sistemlerinin, insanlığa dayattığı evrensel yaşam seviyesi de nihayetinde budur.


Fehmi YILMAZ diğer yazıları