Abdullah İbn-i Ümmü Mektûm
Ümmü Mektum’un Kȃdisiye’de şehit düştüğü veya savaştan sonra Medine’ye dönünce muhtemelen aldığı yaralar yüzünden vefat ettiği rivayet edilmiştir.
İslamiyet’ten önce adının Husayn olduğu, Rasûl-ü Ekrem’in kendisine Abdullah ismini verdiği söylenmektedir. Medineli ȃlimler adını Abdullah, Iraklılar ise Amr şeklinde kaydeder. Ümmü Mektûm, annesi Ȃtike bint Abdullah el-Mahzûmiyye’nin künyesi olup ona nispetle İbn-i Ümmü Mektûm diye tanınmıştır. Anadan doğma kör olduğu veya küçük yaşta gözlerini kaybettiği için annesine Ümmü Mektûm denildiği de nakledilir. Nesebi konusunda farklı görüşler ileri sürülmüş olup babası Kays, Kureyş kabilesinin Ȃmir b. Lüey oğulları kollarındandır ve Hz. Hatice’nin dayısının oğludur.(1)
Silsilei nesebi şöyledir: Amr b. Kays, bin Zaide, bin Esam, bin Herem, bin Revaha, bin Hacer, bin Adiyy, bin Maȋs, bin Ȃmir, bin Lüey el-Kureyşi.(2)
İbn-i Ümmü Mektûm Hazretleri’nin gözlerini ne zaman kaybettiği hususunu şu mukaddes sohbetten öğrenmekteyiz:
Hz. Enes’in (r.a.) anlattığına göre, bir defasında Hz. Cebrail, Peygamberimizin huzuruna geldiğinde Ümmü Mektûm da orada bulunuyordu. Cebrail “Gözünü ne zaman kaybettin?” diye sorunca, “Çocukken.” cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Cebrail kendisine şu müjdeyi verdi:
Allah Teâlâ buyuruyor ki: “Ben bir kulumun gözünü aldığım zaman ona cenneti mükâfat olarak veririm.” Bu hadis-i kudsi sayesinde, Ümmü Mektûm dünyadayken cennet müjdesini almış oluyordu.(3)
Ümmü Mektûm, Mekke'de nurun doğuşuna şahitlik etti ve İslâm'a ilk girenlerden oldu. Ümmü Mektûm, bütün sebat, kararlılık ve fedakârlığıyla Mekke'deki Müslümanların çilesini yaşadı. Arkadaşları gibi o da Kureyş'in eziyetlerine göğüs gerdi ve bu eziyetlere rağmen o hiç sarsılmadı, gevşemedi, onun imanında da zayıflama olmadı. Aksine bunlar onun Allah'ın dinine ve kitabına olan bağlılığını, Allah'ın kanunu hakkındaki bilgi ve anlayışını ve Rasûlullah'a (a.s) olan sevgisini artırdı.
Bir Kur’an âşığı olan Abdullah, Peygamberimizin huzurunda bulunmak, O’nun manevî atmosferinden istifade etmek ve O’ndan Kur’an’dan ayetler öğrenmek için, sık sık Rasûlullah’ın (a.s) yanına giderdi. Kur’an ayetlerini ezberleyen ve bu şekilde hafız olan Abdullah, ilk Müslümanlardan olduğu gibi, ilk muhacirlerden olma şerefine de nail oldu. Peygamberimizden önce, Medine’ye Musab b. Umeyr ile hicret etti ve onunla birlikte Medineli Müslümanlara Kur’an öğretmekle meşgul oldu. Suffe inşa edilince bir süre orada kaldı. Daha sonra Mahreme b. Nevfel ‘in “dȃrülkurrȃ” diye şöhret bulan evine taşındı.(4)
Peygamberimiz Medine'ye yerleştikten ve Mescid-i Şerif-i yaptıktan sonra Ümmü Mektûm’a en büyük şeref sayılan müezzinlik vazifesini verdi. Rasûlullah’ın (a.s) Medine'de üç müezzini vardı: Bilâl (r.anh), Ebû Mahzûre (r.anh) ve Ümmü Mektûm (r.anh) Hz. Bilâl olmadığı zaman Ebû Mahzûre, o da bulunmadığı zaman Ümmü Mektûm ezan okurdu. O, özellikle Ramazan'da ezan okur, sahurun bittiğini insanlara haber verirdi. Bunun için Peygamberimiz, “Bilâl ezanı gece okuyor. Ümmü Mektûm ezan okuyuncaya kadar yiyip içiniz" buyuruyordu.(5)
Abdullah İbn-i Ümmi Mektûm bir defasında Peygamberimizi ziyaret için hane-i saadetlerine geldi. Huzura girmek için izin istedi. Olayı Ümmü Seleme (r.anhâ) anlatıyor: “Ben Rasûlullah’ın (a.s) yanında idim. Yanında Meymune Bintu'I-Hâris (r.anhâ) de vardı. (Bu esnada) İbn-i Ümmi Mektûm bize doğru geliyordu. -Bu vakıa, tesettürle emredilmemizden sonra idi- ve yanımıza girdi. Rasûlullah (a.s) bize:
“Ona karşı örtünün!” emretti. Biz:
“Ey Allah'ın Rasûlü! O, âmâ ve bizi görmeyen (ve varlığımızı tanımayan) bir kimse değil mi?” dedik. Bunun üzerine:
“Siz de mi körsünüz, siz onu görmüyor musunuz?” buyurdu."(6)
O sohbet âşığıydı. Rasûlullah (a.s) ile beraber olmak onun sohbetinde bulunmak en büyük gıdasıydı. Ondan aldığı zevki, tadı hiçbir şeyde bulamıyordu. Evi Mescid-i Nebî'ye uzaktı. Âmâ olduğu için de gelip gitmesi zordu. Fakat bu zorlukları aşarak daima mescide giderdi. Çünkü aşk ferman dinlemezdi. Adeta o bir mescid kuşuydu. Çoğu zaman Hz. Ömer (r.anh) ona rehberlik eder, gidip gelirken yardımcı olurdu. Bir gün Ümmü Mektûm’un da bulunduğu bir mecliste Peygamber Efendimiz cemaate devam etmenin lüzumu hakkında şöyle buyurmuştu:
“Münafıklara en ağır gelen namaz, yatsı namazıyla sabah namazıdır. Eğer bu iki namazdaki hayrın ne olduğunu bilselerdi, emekleyerekten olsa onları kılmaya camiye gelirlerdi. Nefsimi kudret eliyle tutan zata kasem olsun ki, ezan okutup namaza başlamayı, sonra halkın namazını kıldırması için yerime birini bırakmayı, sonrada, beraberlerinde odun desteleri olan bir grup erkekle namaza gelmeyenlere gitmeyi ve evlerini üzerlerine yıkmayı düşündüm”(7)
Ümmü Mektûm, bunun üzerine evinin camiye uzaklığını ileri sürerek Rasûl-ü Ekrem’den cemaate gelmemek için izin istemişse de bulunduğu yerden ezanı duyduğu için bu isteği uygun görülmemiş ancak mazereti sebebiyle belli bir süre köpek beslemesine izin vermiştir.(8)
Ümmü Mektûm Veda Haccı’na da katılmış, Peygamberimiz Veda Hutbesini okurken, gür sesiyle hutbeyi tekrarlamıştır. Hz. Ebû Bekir’in hilafetinde müezzinlik, Hz. Ömer devrinde de İslâm ordusunda vazife almıştır.
Cihat ruhunu ve arzusunu içinde sürekli olarak yaşayan Abdullah, Hicrî 14. senesinde (Miladî 636), Hz. Ömer’in halife döneminde o dönemin iki dev imparatorluğundan biri olan Pers İmparatorluğu’na karşı cihat etmek için yollara döküldü. Sa’d İbn-i Vakkâs’ın komutanlığı altında toplanan İslâm ordusu, Kâdisiye meydanına vardığında, İslâm bayrağını zırhını giymiş olarak Abdullah İbn-i Ümmi Mektûm taşımaktaydı. Ümmü Mektûm, Kâdisiye meydan muharebesinde, sancak elinde, yüksek bir tepeye çıkmış olduğu hâlde etrafa bağırıp çağırarak, İranlıların maneviyatını bozmaya uğraşmakla meşguldü.
Üç gün kıran kırana süren bu savaşta, Pers İmparatorluğunun fillerle ve modern teçhizatla donatılmış ve sayıca üstün olmasına rağmen mağlup edildi. Ancak İslâm ordusu, savaşa katılan mücahitlerinin yaklaşık olarak beşte birini şehit verdi. Ümmü Mektum’un Kȃdisiye’de şehit düştüğü veya savaştan sonra Medine’ye dönünce muhtemelen aldığı yaralar yüzünden vefat ettiği rivayet edilmiştir. (9)
[[2]] Muinüddȋn Ahmed Nedvȋ ve Said Sahib Ansarȋ,Büyük İslam Tarihi, haz. Eşref Edip, İstanbul 1383-1964, III, 336.
[[5]]Ahmed b. Abdi’l-Lȃtȋfi’z-Zebȋdȋ, Sahȋh-i Buhȃrȋ Muhtasarı Tecrȋd-i Sarȋh Tercemesi, çev. Ahmed Naim, IX, 579-580.
Nurdan ADAK diğer yazıları
- 09 Aralık 2023 Allah Var, Allah Var !
- 15 Temmuz 2023 Milhan Kızı Rümeysa
- 18 Ocak 2023 İhlas Suresinin Fazileti
- 11 Eylul 2022 Hz. Safiyye (r.anha)
- 04 Nisan 2022 Oruç Tutmanın Psikolojik Faydaları
- 03 Nisan 2022 Cennet Çiçekleri
- 08 Haziran 2021 Hz. Peygamber’in (s.a) Dadısı Ümmü Eymen el-Habeşiyye
- 26 Nisan 2020 Bir Sahabi Tanıyalım
- 28 Ocak 2020 Toprağın Üstü Güzel de Ya Altı
- 28 Eylul 2019 Son Zamanlarda Yitirdiğimiz Duygu Hayâ