Mustafa ÖZDAMAR

Medeniyetimizin Baharı

Medeniyetimizin Baharı

Men âmene bi’l-kader, fe kad emine mine’l-keder

 Sadece yeryüzünün değil, yeryüzünde gelişen kültürlerin ve medeniyetlerin de mevsimleri vardır.

Kültürlerin ve medeniyetlerin mevsimleri uzun olur. Üç ayda beş ayda, üç senede beş senede sona ermez, yazı güzü, kışı baharı vardır medeniyetlerin. Uzun sürer, epey uzun sürer... Bazen bir yüzyıl, bazen de yüzyıllarca sürebilir.

Bunun bir adı mukadderat, bir adı kader.

“Men âmene bi’l-kader, fe kad emine mine’l-keder”

Bizim medeniyetimiz bir kış mevsiminde şimdilerde. Öyle gözüküyor, çağ bizi üşütüyor!

Ancak, biz bu medeniyetin baharını, yazını, güzünü de yaşadık vaktiyle.

Evet, şimdi bir şitâ’ (kış) şiddeti var ama... Bir bahar kımıltısı da var ortalıkta.

Umuyoruz ki önümüzdeki yüzyıllar bizim medeniyetimizin baharları ve yazlarıyla şenlenecek.

Bu temenniyi taşıyoruz içimizde.

Şimdi kış döneminde zorlandığımız için fazla ta’n etmeyelim kendimize.

Biz kendi kültür ve medeniyetimizin coşkun baharlarında, semereli yazlarında, yedi iklim dört bucağa hükmederken, bizim bugünkü çektiğimiz sıkıntıların bir benzerini, edilgenliğimizin (mef’uliyetin) kaçınılmaz acılarını, sancılarını başkaları çekiyordu. O zamanlar da onların kültür ve medeniyetlerinin kışıydı. O zaman da onlar zorlanıyorlardı bir bakıma.

Bir bakıma, diyorum. Sadece bir bakıma... Edilgenliğin kaçınılmaz acıları, sancıları sebebiyle söylüyorum bunu da. Aslında, bizim bugünkü edilgenliğimizle, onların o zamanki edilgenlikleri aynı sonuçta buluşmuyor. Kıyas bile kabul etmiyor zira.. Dr. M. Hüdai Şentürk’ün “Osmanlı İmparatorluğunda Bulgar Meselesi” adlı tezinde ortaya koyduğu gibi, bizim kültür ve medeniyetimizin coşkun baharlarında, semereli yazlarında fetihler yalnız kılıçla değil, genellikle istimâlet (sevdirme politikası) denilen uzlaştırıcı bir politika takip edilerek gerçekleştirilmekteydi. Bu gaye ile Osmanlı sultanları ve kumandanları, faal bir propaganda yaparak, İslâm şeriat hükümleri çerçevesinde, gayrimüslimlere can ve mal güvenliği ile dinlerinde serbestlik tanıyor ve özellikle köylüleri, eski feodal bağlılıklardan ve yüklerden azad ediyordu. Ahâli, Osmanlı hâkimiyeti yerleştikten sonra, düzenli bir devlet idaresinin koruyucu güvenliğine kavuşmuştu.

“Osmanlılar, itaat edenlere mülkler ve kentler verirdi. Eyyam olurdu ki, kefereden bin kişi imana gelürdi. Fethedilen ülkelerde, ol vilayetin halkı eyidürler idi kim; n’olaydı, kadîm zamandan bunlar bize bey olalar idi...”

Uzun, soğuk kış geceleri; uzun, sıcak yaz gündüzlerini hazırlar. Kışın şiddetli baharın coşkunluğuna işarettir.

Ağaçların en sabırsızı bâdemdir. Daha kış pılısını pırtısını toplamadan çiçeğe durur. Böylesine sabırsız olduğu için bazen üşür, üşütür, meyve veremez.

Bazı âdemler, tıpkı bâdemler gibi, kendi kültür ve medeniyetimizin kış dönemi sona ermeden, bahar ve yaz beklentisine girdikleri için, ümit çiçeklerini soğuğa kaptırıyorlar! Sosyal ve siyasal boyutlu soğuk savaşımlarda donup kalıyor ümitler... Bu yanlış! Kendi “izafi tedbir”lerini Allah’ın “mutlak takdir”iyle dengelemesini bilen ârifler dışında hepimiz yapıyoruz bu yanlışı.

Üşüttüğümüz ümit çiçekleri semere vermeyince de: “Şu kadar yıldır uğraşıyoruz, bir türlü neticeye ulaşamıyoruz...” gibi serzenişlerde bulunuyoruz.

Bu tür serzenişler, enerji kaybına yol açıyor, açar. Sabırsızlığın meyvesi olmaz. Her şeyin bir vakti saati var. Vakti saati gelmeden hiç bir şey, ama hiç bir şey olmaz.

Kültürlerin ve medeniyetlerin mevsimlerinin uzun sürdüğünü bilmek... Bunun bilinç içinde hareket ederek, meseleyi ahenginde götürmek... “Hadisatın tazyikatı” (olayların baskısı) altından en az hata ile geçebilmek, büyük önem taşıyor. Uzun vadeli işlerde kısa sürede netice beklemek, insanın ümit kandillerini söndürebilir.

Bu çok tehlikelidir. Ümidini kaybeden, her şeyini kaybeder. Ümit kandilleri sönen insanların inanç dünyaları da kararır. İnanç dünyaları kararan insanlar ise, yanlış üstüne yanlış yaparlar.

Bu yanlışlardan arınmak gerek.

Çekirdekten ağaç yetiştirme gayreti içinde, bahçesinde çalışıp çabalayan beli bükük bir yaşlıya:

- Bre mübarek, demişler,

- Bu çekirdekler çatlayacak fide verecek, fideler boy atacak ağaç olacak, ağaç çiçeğe duracak meyve sunacak da, sen de yiyeceksin ha!

Yaşlı adam, belini tutarak şööyle bir doğrulduktan sonra:

- Evlat, diye cevap vermiş,

- Bu dünya ahiretin tarlasıdır. Bağıdır, bahçasıdır, tarlasıdır. Ekecen, dikecen, yiyecen içecen, sonra koyup göçüp göçüp gidecen. Kendi diktiğin ağacın meyvasını illâ da kendin yimen gerekmez. Biz bizden öncekilerin ekip dikdiklerini çooook yedik. Bizden sonrakiler de bizim ekip diktiklerimizi yiyecekler…


Mustafa ÖZDAMAR diğer yazıları