Mürşid-i Kâmilin Vasıfları
Hakk’a giden yolda rehberlerden çok rezenler/yol kesenler vardır...
Tasavvufun belli bir şeklini yaşamak için “şeyhin” lüzumlu ve gerekli, diğer bir şeklini yaşamak için ise şart ve zorunlu olduğunu belirten sûfiler; bu yola girmemenin doğuracağı zararları ve bunun yol açacağı manevî felaketleri göstermekten geri durmamışlardır. Bu yolda bazıları yolunu kaybeder, şeytanın oyuncağı haline gelirler.
Bir kere müridlerinden biri Sehl b. Abdullah’a: “Üstad! Ben her gece baştaki gözle Allah’ı görüyorum” deyince Şeyh: “Bir daha görürsen gördüğün şeyin yüzüne tükür” demişti. Mürid ertesi gece onu görünce yüzüne tükürmüş ve gördüğü şeyin şeytandan olduğunu anlamıştı. (Serrac, Lum‘a, 544) Şeyhi olmayanlar ömür boyu şeytanın tuzağında tutsak kalırlar.
Abdulvahid Zeyd de, geceleri cennete gittiklerini sanan bir topluluğa, aslında şeytanın onları çöplüğe götürdüğünü göstermişti. (Serrac, 545)
Bazıları her şeyin mubah olduğu kanaatine varmışlar ve ibâheci olmuşlardır. Bazıları hulûl ve ittihada kayarak hoş ve nefis olan şeyden faydalanmayı câiz görmüşlerdir. İslâm’ı yanlış anladıklarından farzları yerine getirmeyecek kadar az gıda alan ve zayıf düşenler, toplumu terk edip mağaralarda, izbelerde ve sazlıklarda yaşayanlar, et yemeyenler, kendini hadım/iğdiş edenler, tasavvufu raks ve çalgıdan ibaret görenler vardır. Serrac, “Mutasavvıf olduklarını sanan bu kişilerin bir müeddib şeyhi olsaydı, kolay kolay telafi edemeyecekleri böyle ağır zararlara uğramazlardı” diyor. (Luma, 527) Bu yola delilsiz girenlerden bazıları, aniden karşılaştıkları şiddetli tecelli ve cezbe halleri sebebiyle şoka girmişler, akıllarını ve dengelerini yitirmişlerdir, ömür boyu böyle meczub ve mecnun (ukalâ-i mecânin) bir halde yaşamışlardır.
Bazıları ise donakalmışlar, bir daha kendilerine gelememişlerdir. Bazıları riyâzet yapacağım ve çile çekeceğim derken aklını oynatır, bilinci bozulur, yarı deli hale gelir, büyük iddialarda bulunur, diğer bazıları ise beden sağlığını tamamen veya kısmen yitirirler. (Bkz. İbn Haldun, Şifau’s-Sâil, 32-85)
Gâh olur ki ol mücâhedât-ı sa‘be ve riyâzât-ı şakke esnasında mizacı fasid, cevher-i aklı vesâvisle bulut olup bazar-ı idrakı kasid olur.” (Taşköprüzade, Mevzuâtu’l-‘Ulûm, I-112)
Hakk’a giden yolda rehberlerden çok rezenler/yol kesenler vardır. Şeytan, nefs ve kötü yoldaş yol keser ama daha fazla; ehliyetsiz, câhil, sahte ve istismarcı şeyhler/müteşâyih tâlib ve müridlerin yolunu keserler. Böyle bir sözde şeyhin eline düşen bir müridin hem ibadet hayatı, hem de ahlâk ve kişiliği bozulur. Sonuçta dünya ve âhiretini kaybeder, hüsrana düşer. Şeyh ve mürşid diye kendilerine uyulan kişilerden:
a. Bazıları, hem câhil, hem istismarcı ve menfaatçidir. Gayesi; para, pul, itibar, nüfuz ve güç sahibi olmaktır. Çevresine topladığı kişilerle bu amacını gerçekleştirmek isterler. Öldükten sonra bu imkânı çocuklarına miras bırakır.
b. Bazıları samimidir, ama cahildir. Geleneklere uyup atalarından ve şeyhlerinden devir aldığı veya devir aldığını sandığı şeyhliği, gelenek ve göreneklere, zâhiri âdab ve erkâna göre devam ettirir. Âlim, ârif ve ehil olmamakla beraber; amel, taat, ibadet ve ahlâk sahibi olduğundan tecrübe ve yeteneğinin elverdiği ölçüde müridlerini eğitmeye ve irşad etmeye gayret eder. Bu gibilerin şeyhlik ve mürşidlik davasında bulunmaları ve çevrelerine mürid ve derviş toplamamaları gerekir.
c. Bazıları bilgili, deneyimli ve beceriklidirler ama samimi değillerdir. Menfaatçi ve istismarcıdırlar. Şeyhliği bir geçim, şöhret, nüfus ve güç sahibi olma yolu olarak görür. Gerektiğinde riyakârlık, sahtekârlık, şarlatanlık ve iki yüzlülük yapmaktan çekinmezler. İbadet açısından gevşek, ahlakça zayıftırlar, şov yapmaktan çekinmezler. Geçim ve güç kaynağı, çevrelerine topladıkları müridiler ve dervişlerdir.
d. Bazıları hem ilim, irfan hem de amel, taat, ibadet ve ahlâk sahibidir. Ama şeyhlik düşünmezler, inzivaya çekilir, bir köşede sessiz, sedasız bilinmez ve tanınmaz bir halde yaşamayı tercih ederler. Ziyaretçilerine öğüt vererek ahlâk ve ibadette örnek olarak ve dua ederek faydalı olurlar bunlara “ahfiyâ/gizliler” denir. “Kubbelerimin altında saklı velilerim vardır, bunları benden başka bilen yoktur” kudsî hadîsi ile bunlar anlatılmıştır.
e. Bazıları ilim, amel ve ahlak sahibidirler, ihlaslıdırlar. Ayrıca insanların nasıl irşad edileceğini, yola getirileceğini, müridlerin ne şekilde terbiye edilip yetiştirileceğini, bunun usûl ve tekniğini bilir. En iyi ve verimli şekilde ustasıdırlar. Şeyh, kâmil ve mükemmil olmalıdır, dendiği zaman anlaşılacak budur. Her kâmil aynı zamanda mükemmil (başkalarını kemale ulaştırıcı), her sâlih, muslih (başkasını ıslah edici), her âlim muallim (iyi bir öğretici) değildir. Müridleri irşad için âlim, arif, âmil, âbid ve ahlâklı olmak yetmez. Mürşidin, irşad ve rehberliğin usûlünü, tekniklerini ve kılavuzluğun inceliklerini de bilmesi gerekir. Bundan başka mürşidin hâli, hareketi, duruşu, bakışı ve konuşma tarzıyla insanları manevî ve ruhanî yönden etkileme gücüne sahip olması da lazımdır. Himmet denilen manevî tesir ve kuvvet budur. Böyle bir ruhanî ve manevî gücün Hz. Peygamber’de (s.a.s) de bulunduğu bilinmektedir. (Bkz. Buhârî, Salât/56; Darimî, Siyer/27)
Mürşidlerin diğer bir manevî kuvvetleri de mucabu’d-da‘va olmaları, yani dualarının Allah katında kabul edilme ihtimali yüksek olan zatlar olmalarıdır. Dua ve himmet, irşadın temel unsurlarından iki unsurdur.
Şeyh, çevresinde toplanan cemaati ve müridleri terbiye ve irşad etme, onlara yol gösterme ve onları yetiştirme görevini ifa etmekte olduğundan önemli bir vasfı da insanları, çevresindeki cemaati ve müridleri doğru tanıma ve isabetli teşhisler yapma, kimin samimi bir mürid olacağını doğru olarak tayin etme, mürid olan bir kişinin hangi şekil ve usullerle ne derecede yetişme kabiliyetine sahip olduğunu doğruya yakın derecede tahmin etme gibi bir yeteneğe ve niteliğe sahip olmasıdır.
Bunu yapabilmesi için de firâset ve basiret sahibi olması, sezgilerinin sağlıklı, tespitlerinin isabetli olması gerekir. Bunun için şeyhin/mürşidin adam sarrafı olması, kimin kaç kıratta olduğunu bilmesi lazımdır, denir. Muhatabını mihenge/denek taşına vurur. Şeyh/mürşid bir ağaç yetiştirene ve hayvan terbiyecisine benzer. İyi bakılmayan ve aşılanmayan yabanî bir ağaç, meyve verse bile bu, bakımlı ve aşılı ağacın meyvesi gibi olmaz. İyi eğitilen bir atmaca, sahibi için avlanır, kendisi için değil. Şeyhin terbiye ettiği mürid de böyle olur. (Bkz. Abadi, s.39-41)
Mürşidin cemaatine faydalı olması için idare ve siyaset bilmesi lazımdır (Abadî, 41). Çünkü müridler topluluğunu doğru bir şekilde yönetmek ve çevre ile iyi ilişkiler kurmak anlamında siyaseti ve yönetim tekniklerini iyi bilmesi, şeyhi, başarılı ve verimli kılar. Tasavvuf, ilm-i nefs/marifet-i nefs ve ilm-i riyazet/mücâhede olarak da tarif edildiğinden mürşidin, ferdî ve sosyal psikoloji ve pedagojiyi, en az tasavvuf kitaplarında anlatıldığı şekliyle bilmesi gerekir. Bir rehber ve önder konumunda bulunan bir mürşidin bunları bilmeden bağlılarını iyi bir şekilde yönetmesi, birlik ve dirlik içinde bir arada tutması mümkün olamaz. (Bkz. İbrahim Hakkı, Marifetname,s.553-59)
Evliyâ-ı Kirâmın ve Meşâyıh-ı İzâmın tabi oldukları bir nizam vardır, buna umûr-ı harciye denir. Firaset, basiret, hayırseverlik, fedakârlık, özgecilik/isar, yöneticilik gibi nitelikler fıtrat ve tabiat meseledir, doğuştan gelir. Bu ve benzeri nitelikler Hakk Teâlâ’nın belli kullarına daha fazla vermiş olduğu mevhibeler ve lütuflar olduğundan, irşad istidadı ve kabiliyeti herkeste bir ve aynı değildir. Bu yönüyle yüksek seviyede mürşidlik ilâhi bir mevhibedir. Bunların sayıları çok azdır ama her zaman vardır. Sufiler, “Ördek yavrusu, yüzmeyi anasının karnında iken öğrenir” derler. Yani kâmil, fâzıl, ehil ve başarılı şeyhlik doğuştan gelir, mücâhede ve terbiye ile gelişir. Kısaca “Şeyh olunmaz, şeyh olarak doğulur.”
Şeyhin âlim olması lazımdır, derken bir müfessir kadar tefsir, bir muhaddis kadar hadis, bir fakih/müctehid kadar fıkıh, bir mütekellim kadar kelam ilmini bilmesi gerekir, demek istemiyoruz. Bir şeyhin bunları bilmesine ne imkân, ne de ihtiyaç vardır. İlk sûfilerin çoğu bu hususları kendilerine yetecek ve sohbetlerinde bulunanlara lazım olacak kadar bilirlerdi. Hatta ilmin ayrıntılarıyla uğraşmayı da lüzumsuz sayarlardı. Onlar, uygulamaya yetecek kadar bilgi ile yetinirlerdi. Bu uygulamalar; faaliyetler, ibadet ve taatler, ahlâki davranışlardan yeni bilgiler çıkartır, bu bilgileri yeni uygulama ve faaliyetlerde kullanırlar, buna da ilm-i amelî, yani amel ve uygulamalardan çıkan tecrübe (irfan-marifet) derlerdi. “Bir kimse bildiği ile amel ederse, Allah onu bilmediği bilgiye varis kılar” (Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, II, 265) hadîsine inanırlar, buna da ilm-i miras derlerdi.
Keşf ve ilham yolu ile hâsıl olan ilm-i mevhibe ve ilm-i ledünnî de burada hatırlanmalıdır. Sahabe, tabiin ve etbau’t-tabiîn arasında okuma-yazma bilmeyen (ümmî) ama şifâhî yoldan ve uygulamadan aldıkları bilgiye dayanarak; irşad, tebliğ, dine davet, iyi olanı emr ve Hakk’ı tavsiye görevini yapanlar bulunduğu gibi ilk zâhidler ve sûfiler arasında da böyleleri vardı. Bunlar, bugün anlaşılan anlamda âlim kişiler değillerdi. Ama o zaman anlaşılan anlamda âlim ve ârif kişilerdi. Tasavvuf tarihinde ümmî oldukları halde şeyh kabul edilen birçok üstad vardır. Bayezid-i Bistami’nin üstadı Ebû Ali Sindî bunlardan biriydi. (Serrac, el-Lum‘a, 235, 401) Ulemanın, zâhir ilimlerini kendileri kadar bilmemelerini sûfiler ve şeyhler hakkında kusur sayıp onları eleştirmeleri; tasavvufun konusunu, mahfiyetini, uyguladığı usulleri, uyduğu ilkeleri, tuttuğu yolu ve amacını bilmemelerinden kaynaklanan bir yanılgının eseridir.
Tasavvuf kitapları, şeyhlik makamı, bunun şartları ve sıfatları hakkında bilgi verir. Şeyh, dilediği gibi ve keyfine göre hareket eden sorumsuz bir kişi değildir. Onun da sahip olması gereken birtakım üstün ve sağlam niteliklerden başka uyması gereken bir takım ilkeler ve kurallar vardır. Aslında şeyhlik, müridlikten daha zordur. Çünkü şeyhin sorumluluğu daha ağır, uyması gereken kurallar daha çok ve daha incedir. Bundan dolayı da, şeyhin hayatı, müridin hayatından daha disiplinli ve daha çetindir. Şeyhin müridine karşı sorumluluğu, babanın evladına karşı, komutanın erata karşı sorumluluğu gibidir. Bu sebeple müridin işi şeyhin işinden daha kolaydır. Hakkı ve hakikati bilmeleri onların işlerini kolaylaştırmaz, daha da zorlaştırır.
Hakk’a yakın olanların çektikleri zorluğu anlatmak için: “Kurb-i Sultan, ateş-i nîrândır” denir. Nefse karşı açılan ve cihâd-ı ekber denilen savaşta mürşidin işi, müridin işinden daha zordur. Hz. Ömer, “Dicle nehri kenarında bir keçiyi kurt yese ondan da ben sorumluyum” demiştir.
Hz. Musa’nın tabi olduğu Hızır da, şu beş özellik vardı: a. Kulluk özelliği (‘Abden min ‘ibadinâ), b. Hakk’ın katından vasıtasız/doğrudan gelen hakikatleri kabul etmesi (Âteynâhü rahmeten), c. Hakk’ın katından gelen özel rahmeti bulunması (Rahmeten min ‘indinâ), d. İlimleri Hakk’tan öğrenme şerefi (ve ‘allemehû), e. Vasıtasız olarak ilm-i ledünnü bulması (Min ledünnâ ‘ilmâ) (Bkz, Kehf, 18/66)
Bir mürşid-i kâmilde işte bu niteliklerin bulunması gerekir. (Necmuddin Daye, 237)
Prof. Dr. Süleyman ULUDAĞ diğer yazıları
- 06 Kasım 2014 Derviş
- 17 Eylul 2013 Risâlet/Peygamberlik
- 25 Mayıs 2013 Sohbet
- 16 Şubat 2013 Gönlün Fethi
- 03 Kasım 2012 Tarikatların Zuhûru
- 11 Ağustos 2012 Tasavvufta Semâ
- 11 Mart 2012 Din-Ahlâk-Hukuk
- 29 Aralık 2011 Ahlâk ve Âdâb
- 05 Ekim 2011 Hz. Mevlana´da Akıl, Nakil, Vahiy İlişkisi
- 28 Haziran 2011 Sûfî Yolunun Genel Esasları
- 15 Nisan 2011 Niyet-Ahlak İlişkisi
- 26 Şubat 2011 Olgun Mü’min
- 25 Aralık 2010 Ahlâk ve Huy Değişir mi?
- 12 Ekim 2010 Ne Zaman Kopacak!
- 22 Temmuz 2010 Ölüm ve Mahiyeti
- 31 Mart 2010 Allah-İnsan Rabıtası