Tarikatların Zuhûru

Tarîkat, sâliki Hakk’a götüren manevî bir yoldur...

   Tarîkat kurucuları tarîkatı kurmak için ortaya çıkmamışlar, tarîkat kurdukları iddiasında da bulunmamışlardır. Tarîkat şeyhinin çevresinde toplanıp bir cemaat oluşturan mürîdler, şeyhin sülûk tarzını, tasavvufî hayatı yaşama şeklini, fikirlerini ve kanaatlarını benimsemişler, çoğu zaman şeyhlerine ait söz konusu hususları düzenlemişler, tarîkatın âdâb ve erkânını (ilkeleri ve kuralları) tespit etmişler, bunlara uymayı gelenek haline getirmişler, böylece bir tarîkatın ortaya çıkmasına vesile olmuşlar, ortaya çıkan tarîkatı da şeyhlerinin adıyla anmışlardır.

Tarîkatların ortaya çıkması kendiliğindedir. Bu bakımdan fıkıh mezheplerinin ortaya çıkmasına benzer. Aralarında fazla bir fark yoktur.

Uzun süre geniş bir coğrafyada faaliyet gösterdikleri için yerel kültürlerin ve sosyal yapıların etkisiyle çeşitli şekilleri ortaya çıkan, zamanla bazen gelişen, bazen değişen, bazen de bozulan ve yozlaşan tarîkatları efrâdını câmi’, ağyârını mâni’ bir tarifle tanımlamanın zorluğu açıktır. Tarîkatları tarifle tanımak yerine onları tasvir ve tavsif etmek doğru olmakla beraber şimdiye kadar bu konuda yapılan tarifleri bahis konusu edip, değerlendirmek daha doğru olur.

Tarîkat; “Sûfîyi Allah’a kavuşturan yol”dur. (Tehânevî, Muhammed Ali, Keşşâf Istılâhâti’l-Fünûn, s.919) Şeriat ve mezhep de yol anlamına gelmekte, bu yollardan birine giren de Allah’a ve rızasına ereceğine inanmaktadır. Ancak şeriat–tarîkat büyük ölçüde örtüşen iki kavram olmakla beraber aralarında fark da vardır. Bu itibarla tarîkat, şeriatı da içeren, Hakk’a ermek için sûfîlerin tutmuş oldukları kendilerine özgü bir yol, bir yöntemdir.

“Menzilleri kat ederek ve makamlarda ilerleyerek Allah Teâlâ’ya ermek isteyenlere özgü bir sîret/yaşama biçimidir.” (Ta’rifât, s.123)

Tarîkat; “Allah Teâlâ’nın belirlediği, yükümlü tuttuğu ve ruhsat içermeyen şer’î görev ve hükümlerden ibarettir. Ruhsat arayışında olmak yolda duraksamayı ve gevşemeyi gerektiren tabiata/nefse nefes aldırıp rahatlatmak anlamına gelir.” (Ta’rifât, s.123) Ehl-i hakîkate/sûfîlere göre tasavvufta azîmet esastır, tasavvuf ruhsat yolu değildir. Sûfî zor olana taliptir.

Tarîkat; doğrudan Hakk Teâlâ’nın bilgisine götüren manevî ve rûhî yoldur.

Tarîkat; “Allah’a ermek için ruhun izlediği yol.” Hakk’a ermek için yola düşen yolcu ruhtur, yürüyüş (seyr, sülûk, sefer) ruhun yürüyüşüdür. Yol ruhî ve manevî bir yoldur.
Bütün bunlar ilk sûfîlerin kullandıkları anlamda tarîk ve tarîkat, hatta tasavvufun tarifleridir.

Tarîkat; “Meşâyihin mürîdleri için koymuş oldukları ibâdet, ahlâk ve yaşama ile ilgili kuralların bütünüdür.” Burada tarîkat, tarîkatla ilgili âdâb, erkân ve usûl olarak tanımlanmıştır. Mürîdler için konulan kurallar kadar şeyhlerin uymaları ve bağlı kalmaları gereken kurallar da vardır. Tarîkat, “âdâb-ı tarikat” denilen kurallar bütünüdür.

Tarîkat; “Bir şeyhin önderliğinde ibadet ve ahlâk başta olmak üzere yaşama tarzları belli kurallara göre düzenlenen şeyh-müritler topluluğudur.”

Burada tarîkat bir teşekkül/organizasyon olarak tanımlanmıştır. Tâlib, muhib ve hâdimler bu teşekküle dâhil olmadıkları ve teşekkülün aslî üyeleri niteliğini taşımadıkları halde çoğu zaman tarîkatın birer parçası sayılırlar. Tarîkat bir teşekkül; âdâb ve erkân (âdâb-ı tarîkat) ise bu organizasyonun yönetmeliği mahiyetindedir. İlk zamanlarda yazılı olmayan bu yönetmelik daha sonraki dönemlerde yazılı hale getirilmiştir. İlk sûfîlerin Âdâbu’l-Mürîd başlığı altında yazdıkları eserler tarîkat âdâbına dair yazılan eserlerden farklıdır.

İlk defa Ebû Sâid Ebu’l-Hayr (v.440/1048) 10’u şeyhe, 10’u mürîde 10’u da tekke mensuplarına ait olmak üzere toplam otuz kuraldan bahsetmiştir. (İbn Münevver, Tevhîdin Sırları, s.324-327) Daha sonra Ebu’n-Necib’in Âdâbu’l-Mürîdîn’i ile Ebu Hafs Sühreverdî"nin Avârifu’l-Maârif’i bu alanın temel kaynakları olmuştur.

Tarîkat/tarîk teriminin üç farklı anlamını birbirinden ayırmak gerekir:

a. Tarîkat, sâliki Hakk’a götüren manevî bir yoldur. Burada tarîkat yöntem ve usûl anlamındadır.

b. Tarîkat, şeyh ve müritlerinin uydukları âdâb ve erkândan (talimnâme, nizamnâmeden) ibarettir. Bu tanıma göre tarîkat sûfîlere özgü kurallar dizisidir.

c. Tarîkat, belli amaçlarla bir araya gelen ve bir takım kurallar ve manevî bağlarla birbirine bağlı bulunan şeyh ve müritlerinden oluşan bir teşekküldür. Tarîkatın tanımı bu olmakla beraber yönteme veya âdâba, bazen de üçüne birden tarîkat dendiği de olur.

 

Tarîkatların Ortaya Çıkışı

Tarîkatların ne zaman, nerelerde ve nasıl ortaya çıktığını daha iyi görebilmek için en eski tarîkatlara ve bunların kurucularına kısaca bakmak lazımdır.

1. Kazerûniye: Ebu İshak Kazerûnî (v.426/1035)

2. Adeviye: Âdi b. Musâfir (v.557/1162)

3. Câmiye: Ahmed Câm Nâmekî (v.536/1141)

4. Ebheriye: Kutbuddin Ebherî (v.573/1177)

5. Kâdirîye: Abdülkâdir Geylânî (v.561/1166)

6. Rıfâiye: Ahmed Rıfâî (v.570/1173)

7. Yeseviye: Ahmed Yesevî (v.562/1166)

8. Kübreviye: Necmüddin Kübrâ (v.618/1221)

9. Bedeviye: Ahmed Bedevî (v.638/1240)

10. Şâziliye: Ebu’l Hasan Şâzilî (v.653/1255)

11. Sühreverdiye: Ebu’n Necib Sühreverdî (v.563/1168),

Ebu’l Hafs Sühreverdî (v.632/1234)

12. Desûkiye: İbrahim Desûkî (v.676/1277)

13. Mevleviye: Celâleddin Rûmî (v.672/1273)

14. Halvetiye: Zâhid Geylânî (v.750/1350)

15. Nakşibendiye: Bahauddîn Nakşbend (v.791/1389)

Kazerûniye istisnâ edilirse ilk altı tarîkatın VI./XII. asırda, sonraki altı tarîkatın VII./XIII. asırda, Halvetîlik ile Nakşîbendiye’nin ise VIII./XIV. asırda ortaya çıktığı görülür. Tarîkatların önemli kısmı Moğol istilâsından evvel teşekkül etmiştir.

Tasavvuf tarihindeki başlıca tarîkatlar bunlardır. Aslında bu tarîkatların bir kısmı daha evvel mevcut olan bazı tasavvufî cemaat (fırka, zümre) veya tarîkatların devamı veya şubeleri sayılabilir. Daha sonra ortaya çıkan ve tarîkat adını alan tasavvufî hareketlerin hemen hemen hepsi yukarıdaki tarîkatların şubeleri ve kolları sayılır.

Mesela Kazerûniye, Hafîfiyye’nin (v.371/981) bir devamıdır. Aynı şekilde Halvetiye ve Sühreverdiye Ebherîye’nin bir devâmı olarak görülür. Yine Nakşîbendiye Abdulhâlik Gucduvânî’ye (v.575/1180) nispet edilen Hacegân tarîkatının, Hacegân tarîkatı da Bayezid Bistâmî’ye (v.234, 261/848, 874, ?) nispet edilen Tayfurîye’nin bir devamı olarak kabul edilir. Aynı şekilde Mevlevîlik Kübrevîliğin, Hacı Bektaş-ı Velî’ye (v.670/1270) nispet edilen Bektâşîlik de Yeseviye’nin kolu sayılır.

Görülüyor ki tarîkatlar, bir zincirin halkaları gibidir.

Tarîkat kurucuları ‘Sâhib-i Tarîkat’, ‘Tarîkatın Müessisi’, ‘Tarîkatın Bânîsi’, ‘Şeyh-i Tarîkat’, ‘Ser-çeşme’, ‘Pîr-i Tarîkat’ gibi ifadelerle anılır ve tarîkat ona nispet edilir. Kâdirîye’nin Abdulkâdir Geylânî’ye nisbeti gibi.

Şeyh vefat ettiği zaman genellikle tarîkatın âdâbı ve erkânı düzenli ve sistemli bir halde bulunmadığından bu tarîkata girenlerin tarîkat esaslarını iyi, kolay ve doğru kavramalarını sağlamak için şeyhin mirâsı olan tarîkat ve ona ilişkin esaslar düzenli ve sistemli bir hale getirilir. Bunu, o şeyhin manevî mirâsını devralmış olan ehliyetli, bilgili ve deneyimli halifelerden biri yapar. Bunu yapan şeyhe; ‘Pîr-i Sânî’, veya ‘ikinci bânî’ denir. Genellikle tarîkat nihâî şekline ‘Pir-i Sânî’ ile kavuştuğundan tarîkatın ikinci pîrlerine büyük önem ve değer verilir. Yahya Şirvanî Halvetiye’nin, Eşrefoğlu Rûmî Kâdiriye’nin Pîr-i Sânî’leridir. Mevlevîlik, Mevlanâ’dan sonra oğlu Sultan Veled, torunu Ulu Ârif Çelebi zamanında bir tarîkat şeklini almıştır. Bektâşîye’nin Pîr-i Sânî’si Balım Sultan’dır.

Zaman, mekân, toplum, kültür, meşreb, sosyal, ve tarihî farklılık gibi pek çok etken tarîkatların çeşitli şubelere/kollara ayrılmasını gerektirmiştir. Şubeyi kuran şubenin kurucusu olarak kabul edilen şeyhe ‘kol-başı’ denir. Kâdiriye Malezya’dan Fas’a, Balkanlar’dan ve Kazan’dan Yemen’e kadar geniş bir alana yayılmış, buralarda var olan yerli kültürlerden etkilenmiş, sonuçta bu tarîkatın yüzlerce kolu ortaya çıkmıştır. Halvetiye’nin 400’den fazla kolu vardır. Genellikle kolların üzerinde birleştikleri ortak esaslar vardır. Fakat bazen ortak esaslar az olabilir, ayrıntı sayılan bazı hususlar esas haline gelebilir. Mevlevîlik ve Bektâşilik gibi bazı tarîkatların kolları yoktur. Mevlevîlikteki “Şems-i Neş’e”, “Veledî Neş’e” kol değil, meşreptir.

Tarîkat kurucusu sayılan şeyhlerin bir takım özellikleri, belirgin ve ayırt edici nitelikleri varsa da bu özelik ve niteliklerden biri daha belirgin, daha etkin ve daha güçlü olabilir. Bu şeyh, işte bu temel karakteri ile anılır. İbn Arabî’de marifet/irfan, Mevlânâ’da mahabbet/aşk, Ahmed Rifâî’de harika haller/kerâmet, Abdulkâdir Geylânî’de kuvvetli tasarruf ve imdada yetişme, Ebu’l-Hasan Şâzilî’de ilim ve vâridât, Bahaeddin Nakşbend’de hakikatleri gönüllere nakşetme kudreti, Sühreverdî’de gayret/mahviyet, Necmüddin Kübrâ’da vecd ve cezbe hali, Ahmed Bedevî’de merhamet ve şefkat, İbrahim Desûkî’de cömertlik hasletleri hâkim ve gâlib haldeydi. (Gümüşhanevî, Câmiu’l-Usûl, Kahire, 1298, s.18)


Prof. Dr. Süleyman ULUDAĞ diğer yazıları