Devlet Adamı Kriterleri
Hırs gösterenin, devlet kademelerinde istihdâm edilmemesi durumu ile adam kayırma ya da iltimas denilen şey de önlenmiş oluyordu.
Peygamber Efendimiz (s.a.s), devlet kademelerine atama yaparken belli usûl ve kâideleri göz önünde bulundurmuştur. Bu konuyu maddeler halinde açıklamaya çalışalım:
1. Hz. Peygamber, memurlarında kuvvetli iman, takva ve sâlih amel arıyordu. Buna göre onun memurları, Allah’ın (c.c.) emir ve yasaklarına titizlikle uyacaklardı; özü sözü bir, davranışı düşüncesini doğrular bir şahsiyet sahibi olacaklardı.
2. Hz. Peygamber, memurlarında ilmî dirayet arıyordu. Özellikle İslâm Hukuku (Fıkıh) alanında ihtisas sahibi olmalarına dikkat ediyordu. Kur’ân ve Sünnet’in inceliklerine vakıf olmalarını arzu ediyordu. O’nun memurları arasında, cahil kimselere tesadüf edilmezdi. En azından İslâm’ın bütünü hakkında öz ve doğru bilgiye sahip bulunurlardı.
3. Hz. Peygamber, memurlarında İslâm düşüncesine samimiyetle bağlılık arardı. O’nun memurları, bir İslâm idealisti idiler. Gittikleri yerlerde hizmet vermekte oldukları kişilere, her yönüyle örnek olmakta idiler. Nasıl ki, Hz. Muhammed (s.a.v.), ümmetin bütünü için örnekse, memurları da bulundukları beldenin ahalisi için örnek olmalıydılar. Hiç kimse, memurun şahsında İslâm’a ve Hz. Peygamber’e söz getirmemeliydi. Diğer bir ifadeyle hiçbir memur, icraatı ile Hz. Peygamber’e lâf getirmemeliydi. Peygamber adına yanlış uygulama yapmamalıydı, Peygamber’in verdiği yetkiyi kötüye kullanmamalıydı.
4. Hz. Peygamber, memurlarının halka karşı anlayışlı, sempatik, müjdeleyici, güler yüzlü ve hoşgörü sahibi olmalarını arzu ediyordu. Böylece memurlar, halkın işini günü gününe ve hızla yürütmekle kalmayıp, davranışlarıyla da örnek olacaklar, adeta bir mürşid ve mübelliğ, bir öğretmen durumunda olacaklardı. Problemlerinin dirayetli, özü-sözü bir, vicdanlı, merhametli, şefkatli, sevimli devlet adamlarınca çözümlendiğini gören halkın, İslâm devletine ve onun lideri olan Hz. Muhammed’e (s.a.v.) güvenleri artacak, sadakat ve bağlılıkları kuvvetlenecekti. O’nun bu konudaki talimatı şudur: “Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz!” (Buhârî, İlim/11; Müslim, Cihad/5)
5. Hemen bu hadisten anladığımıza göre, Hz. Peygamber’in memurlarında, bürokratik engeller yoktur. Hz. Peygamber, milletin işini zorlaştıran, işleri kasıtlı olarak yavaşlatan, işi yürütmekle beraber halka karşı sert davranan, hatır-gönül inciten devlet memurlarına asla müsamaha etmezdi. Bir duası, bu konuya ışık tutar:
“Allah’ım! Her kim, ümmetimin işinden bir şeyi üzerine alır da onlara meşakkat verirse, sen de ona meşakkat ver. Her kim de, ümmetimin işlerinden bir şeyi üzerine alıp onlara lütuf ve merhametle muamele ederse, sen de ona lütuf ve merhametle muamele yap!” (Müslim, İmâre/19, Sofuoğlu Tercemesi, VI, 20)
Demek ki, Hz. Peygambere göre hizmet alanlarında işler engelsiz yürüyecekti, bürokratik engeller şöyle dursun, işlerin yavaşlatılması bile günahtı ve onun memurları böyle bir günahtan kaçmak durumunda idiler.
6. Rasûl-i Ekrem’e göre halk hizmetlerinin yürütülmesi, bir çeşit sosyal cihaddı. Memurlar da bunu yürüten inançlı, dirayetli, bilgili-becerikli, iyi davranış sahibi, iyi niyetli kişilerdi. Hizmetini, bu duygu ve düşüncelerle yerine getiren bir memur, aynı zamanda ibâdet sevabına erişiyordu. Çünkü Cenâb-ı Hak, kullarının işlerini görüveren ve kolaylaştıran yetkililere, öteki dünyada kat kat mükâfat vaat ediyordu. Zalim, kötü niyetli, işleri bile bile zorlaştıran, bozguncu, sevimsiz, merhametsiz kişiler ise, mükâfat yerine ceza göreceklerdi. Onlar, bu durumda herhangi bir ibâdet sevabını alamadıkları gibi, günah işlemiş de oluyorlardı.
7. Hz. Peygamber (s.a.v.), halk hizmetlerinde (valilik, zekât memurluğu vb.) görev almakta ısrar edip hırs gösterenleri, istihdam etmiyordu. Bunun sebebi, memuriyeti bir dünyalık gibi görmeyi önlemek, bu yolla kanunsuz kazanç peşinde koşulmasına engel olmak; kendisini dizginleyemeyen zayıf iradeli, macera düşkünü kişileri de devlet kademelerinden uzaklaştırmaktı. Buna dair pek çok hadîs-i şeriften dördünü burada nakledelim:
“Kim ki, âmme (toplum, millet, memleket) ile ilgili bir iş ister de bunda ısrarla tama’ ederse (hırs gösterirse), biz onu istihdam etmeyiz.” (Buhârî, İcâre/1; Müslim, İmâre/14; Şeyh Mansur Ali Nasıf, Tâc, çev. Bekir Sadak, III, 81)
Bu hadisin sebeb-i vürudu şudur: Ebû Mûsa el-Eş’arî (r.a.), iki amcaoğlu ile Rasûlullâh’ın huzuruna girmişti. İkisi de ısrarla, hırsla görev istiyorlardı. Peygamber Efendimiz, az önce meâlini naklettiğimiz hadis-i şerifi bunun üzerine buyurdu ve istekli olan iki kişiyi görevlendirmedi, öte yandan hiç bir istekte bulunmayan Ebû Mûsa el-Eş’arî Hazretlerini, Yemen’e vali olarak görevlendirdi. (Bk. Müslim, M. Sofuoğlu Tercemesi, VI, 16)
“Bir devlet memuriyeti istemeyiniz; Zira senin isteğin üzerine bu iş sana tevdi edilecek olursa, sen bu işteki kifayetsizliğinden/yetersizliğinden dolayı sorumlu tutulursun, böyle olmayıp da sen istemeksizin bu iş sana tevdi edilecek olursa, yardıma eriştirilirsin.” (Müslim, İmâre/13; Ebû Dâvud, İmâre/2; Tâc, III, 80)
Bu hadisi Rasûl-i Ekrem (s.a.v.), Abdurrahman b. Semure (r.a.)’ye söylemiştir.
Ebû Zerr (r.a.), şöyle demiştir: “Ya Rasûlallâh! Beni bir yere vali olarak tayin etmeyecek misin?” dedim. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.), eli ile arkama vurdu ve sonra: “Ey Ebû Zerr! Sen zayıf bir adamsın, bir yerin valisi olmak, kıyamet gününde hüsran ve pişmanlıktır. Ancak hakkı ile o vazifeyi alan ve elindeki vazifeyi eksiksiz yapan kimse, bu hüsran ve pişmanlıktan yakayı kurtarır” dedi. (Tâc, III, 81 vd. Müslim-Ebû Dâvûd’dan)
“...Emâret/resmî görev hususunda da insanların hayırlısı, böyle bir göreve gelmeden emâreti hırsla istemeyen (fena gören) kişilerdir...” (Sahîh-i Buhârî, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, IX, 215 vd. h. no: 1421)
Hadis-i şeriflerden açıkça anlaşıldığına göre Efendimiz (s.a.v.), ısrarla isteyeni değil, arzulu olmayan fakat vasıflı, liyakatli, takva sahibi kişileri görevlendiriyordu. Takva sahibi ve âlim de olsa -Meselâ Ebû Zerr meselesinde olduğu gibi- hizmet yerinde otoriteyi sağlayabilecek niteliklerden uzak olanları da görevlendirmiyordu. Şayet bir kişi, kendi ısrarıyla bir göreve gelmişse güçlükle karşılaştığında yalnız kalacak, isteği olmaksızın göreve getirilmişse Cenâb-ı Hakk ve O’nun kalplerini yönelttiği kişiler, öylelerine güçlükle karşılaştığında yardım edecekti. Yine Ebû Zerr hadisinden anlaşıldığına göre, hakkıyla vazifesini yapabilecek olanların vali ve benzeri görevlere gelmeleri esastır. Aksi halde yapamayacakları bir vazifeye gelmek istemeleri, vebalden başka bir şey değildir.
8. Hırs gösterenin, devlet kademelerinde istihdâm edilmemesi durumu ile adam kayırma ya da iltimas denilen şey de önlenmiş oluyordu. Yani bir kimse, ne kadar arzu etse, hatta araya adam da koysa yine de istediği bir göreve gelemeyecekti. Çünkü bu, hak etmediği bir görevdi. Şayet hak ettiği bir vazife ise, zaten araya adam koymaya gerek yoktu. Nitekim bu anlamda, devlet idaresi ve devlet hizmetleri, emanete benzetilmiştir. Ve İslâm “emânetin korunması prensibini” getirmiştir. Bununla ilgili bir hadis şöyledir:
“Emanet zayi edildi mi, kıyameti bekle!” buyurmuş, “Emaneti zayi etmek nasıl olur?” diye sorulunca da: “İş, ehil olmayana verildi mi, kıyameti bekle!” demiştir. (Sahîh-i Buhârî Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, I, 67, h. no: 54)
Yine Ebû Zerr Hazretlerinden naklolunduğuna göre Sevgili Peygamberimiz, emirliğin “emânet” olduğunu belirtmiş “Emanetin gereğini yerine getirmeyenlerin, kıyamet gününde küçük düşeceklerini (rezil olacaklarını) ve pişman olacaklarını...” ifade buyurmuştur. (Müslim, İmâre/16 (VI, 18)
9. Hz. Peygamber (s.a.v.), istihdam ettiği memurunun zarurî ihtiyaçlarını devlet hazinesinden karşılıyor ve yetecek kadar da maaş veriyordu. Rasûl-i Ekrem Hazretleri, memuruna aile fertleriyle rahatça kalabileceği bir mesken sağlıyor, yani konut problemini hallediyor, ev işlerine yardım edecek bir hizmetçi için tahsisat ayırıyor, işyerine gidip gelebilmesi için bir binit veriyordu.
10. Hz. Peygamber (s.a.v.), isteyeni değil, liyakatli olanı seçmekle, seçtiğini de ekonomik bakımdan tatmin etmekle rüşvetin de önüne geçmiş oluyordu. Çünkü O, memuruna sosyal bir refah temin ettikten sonra alacağı her kuruşun “bir kusur, haddi tecavüz veya hırsızlık sayılacağını...” belirtiyordu. Devletin öngördüğü maaşın dışında, hizmeti yürütürken, ahaliden maddî bir şey sağlamak şöyle dursun, görev başında hediye kabulü bile yasaklanıyor, bunlar da bir çeşit rüşvet sayılıyordu. Bu konuda Müslim’de kaydolunan İbn Lütbiyye olayı fevkalâde anlamlıdır:
Rasûlullâh (s.a.v.), Esed Kabilesinden İbn Lütbiyye (r.a.) adlı kişiyi, zekât memuru tayin etmişti. Vazifesini tamamlayıp Medine’ye döndüğünde yanında çok eşya getirdi ve:
“Şu, size ait verilmiş zekât malıdır, şunlar ise bana hediye olarak verilmiştir” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz, minbere çıkıp Cenâb-ı Hakka hamd ü sena ettikten sonra şöyle buyurdu:
“Nasıl oluyor da bizim göndermiş olduğumuz bir vergi tahsildarı dönüp geliyor ve: ‘Bu size aittir ve şu ise benimkidir’ diyebiliyor. O, anasının yahut babasının evinde oturup kalsaydı da görseydi bakalım, kendisine herhangi bir hediye gelecek miydi?” (Müslim, İmâre/26-29)
Devlet malından bir iğne değerinde eşyayı bile zimmetine geçirenin büyük günah işlemiş olacağına dair Sevgili Peygamberimizin şu uyarısını da nakledelim:
“Sizlerden her kimi bir işe tayin ettik de o da bir iğne ve daha yukarı değerde bir şeyi bizden gizledi ise, bu meblağ, kıyamet günü onun getireceği bir hıyanet ve hırsızlık metaı olmuştur.” (Müslim, İmâre/30 (VI, 30)
11. Hz. Peygamber, memurlarının maslahata göre gereken tedbirleri alabilecek ve içtimâî disiplini ayakta tutabilecek ruh yapısına sahip olmalarını arzu eder, zayıf olanları tayin etmezdi. Emirlik için adı geçen Ebû Zerr’e (r.a.) söylediği söz bu açıdan önemlidir.
“Ey Ebû Zerr! Ben seni zayıf kalpli görüyorum. Kendim için istediğim her hayır ve saâdeti, senin için de isterim. Böyle yufka yürekli olduğun sürece, iki kişi söz konusu olsa bile sakın emir olma, herhangi bir yetim malı idaresini de üzerine alma!” (Müslim, İmâre/17 (VI, 18)
12. Hz. Peygamber, memurlarının yüksek seviyede sorumluluk duygusuna sahip olmalarını ve adaletten ayrılmamalarını tembih ederdi. Bu konuda üç hadis nakledelim:
“Haberiniz olsun ki, hepiniz çobansınız ve idareniz altındakilerden sorumlusunuz. İnsanlar üzerinde yönetici olan kişi, bir güdücüdür ve güttüğünden sorumludur...” (Müslim, İmâre/20 (VI, 21)
“Adalet edenler, Allah (c.c.) katında nurdan minberler, yüksek menziller üzerinde olacaklardır. Bunlar kendi ahali ve idarelerinde bulunanlarla ilgili hükümlerinde her zaman adalet ederler.” (Müslim, İmâre/18 (VI, 19)
“Allah’ın, bir halk topluluğunu güdüp idare etmek vazifesini verdiği her kul, öleceği gün idare ettiklerine aldatıp zulmetmiş olarak ölürse, Allah (c.c.), ona Cennetini muhakkak haram kılacaktır.” (Müslim, İmâre/21 (VI, 22 vd); Müslim, Zekât/91 (III, 222)
13. Hz. Peygamber, memurlarının yüksek muhakeme gücüne, olayları iyi değerlendirme kabiliyetine, Kitâb ve Sünnet’ten hüküm çıkarmayı bilerek ictihâd yapabilme kuvvetine sahip olmalarını arzu ederdi. Yemen’e vali olarak gönderirken Muaz b. Cebel ile aralarında geçen konuşma, bu konuya açıklık getirmektedir.
Hz. Peygamber, Muaz’ı uğurlarken, “Yeni bir mesele ile karşılaştığında nasıl hareket edeceğini” sormuş, o da “Allah’ın Kitâb’ına başvuracağını” bildirmişti. Hz. Peygamber’in, “Aradığın meselenin hükmünü onda bulamazsan ne yaparsın?” sorusuna “Rasûlullâh’ın Sünnet’ine başvururum” cevabını vermiş, “Şayet Sünnet’te de bulamazsan ne yaparsın?” sorusuna ise, Muaz (r.a.), “İctihâd ederim” cevabını vermişti.
Rasûl-i Ekrem Hazretleri, Muaz’ın meseleye bu tarz bakışından çok hoşnut olmuş ve böyle bir valiye sahip olduğu için Cenâb-ı Hakk’a hamd etmiştir. (Tirmizî, Ahkâm/3; İbn Hanbel, Müsned, V, 230; Şiblî, Asr-ı Saâdet, I, 447 vd.d; Tâhirü’l-Mevlevî, Müslümanlığın Medeniyete Hizmetleri, I, 124)
14. Hz. Peygamber, memurlarının hizmet alanlarında mesai arkadaşları ile iyi geçinmeleri hususunda önemle durmuş, hizmette verimliliğin buna sıkı sıkıya bağlı olduğunu belirtmiştir.
Said b. Ebî Dürre (r.a.)’den, babasının şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Peygamber (s.a.v.), babam ile Hz. Muaz b. Cebel’i Yemen’e gönderdi ve kendilerine: ‘Her ikiniz de kolaylaştırın, güçleştirmeyin müjdeleyin, nefret ettirmeyin ve birbirinize uyun!’ dedi.” (Tâc, III, 102 (Buhârî-Müslim); IV, 705)
Bir başka rivayette de “...Birbirinize uyun, ihtilâfa düşmeyin” kaydı vardır. (Tâc, IV, 705)
Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL diğer yazıları
- 06 Kasım 2014 Müslümanların Sırlarını İfşa Etmek
- 03 Haziran 2014 Sümâme b. Usal’ın Müslüman Oluşu
- 08 Şubat 2014 Yâsir Ailesi (radıyallâhü anhüm)
- 17 Eylul 2013 Hicretten İbretlik Sahneler
- 25 Mayıs 2013 Hz. Ali’nin Şahsiyeti
- 16 Şubat 2013 Hz. İnsan
- 03 Kasım 2012 Örnek Müslüman
- 11 Ağustos 2012 Peygamberimizin Ramazan Müjdeleri
- 11 Mart 2012 Peygamberimizin Duygusal Anları
- 05 Ekim 2011 Câhiliye Devrinde Arap Kültürü
- 28 Haziran 2011 Üç Ayların Değerlendirmesi
- 15 Nisan 2011 Peygamber Efendimizin Şefkat ve Merhameti
- 26 Şubat 2011 Vefakârların Önderi: Fahr-i Kâinât Efendimiz
- 25 Aralık 2010 Ehl-i Beyt Sevgisi
- 12 Ekim 2010 Rahmet Peygamberinden Esintiler
- 08 Ağustos 2010 Peygamberimiz (s.a.s) ve Ramazân
- 22 Temmuz 2010 Hz. Peygamberde Vefâ Duygusu
- 31 Mart 2010 Muhabbet Yeli