Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL

Hz. Peygamberde Vefâ Duygusu

Hz. Peygamberde Vefâ Duygusu

And olsun ki, içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, inananlara şefkatli ve merhametli bir Peygamber gelmiştir”

Vefâ; sözünde durma, kendini seveni unutmama, ilgiyi kesmeme gibi anlamlara gelir. Tarih,  başta peygamberler olmak üzere pek çok vefâkâr insana tanıklık etmiştir. Bunlar arasında Peygamberimizin (s.a.s) mümtaz bir yeri vardır. Çünkü Cenâb-ı Hakk, kıyamete kadar gelecek olan bütün insan ve cinler için, duyduğu sonsuz güvenden dolayı onu “elçi” olarak seçmiş ve görevlendirmiştir. O da bu görevi hakkıyla yerine getirmiştir.

Rasûlullah (s.a.s) başta Allahu Teâlâ olmak üzere, diğer peygamberlere, annesine, sütannesi ile kardeşlerine ve amcası Ebû Talib’e, iş arkadaşlarına ve hatta müşriklere bile vefâlı olmuştur.

 

Allahu Teâlâ’ya Olan Vefâsı

Hz. Peygamber (s.a.s) Cenâb-ı Hakk’ın ihsanlarına karşı yüksek vefâ duygusunun eseri olarak çok şükredici ve çok hamd edici idi. Çünkü Yüce Allah O’nu Peygamber olarak vazifelendirmişti. Bu vesile ile O, dalaletin pençesine düşmüş insanları İslâm’la saadete eriştirme imkânına sahip kılınmıştı. Dolayısıyla Hakk Teâlâ’ya karşı şükür ve hamdde çok gayretli idi.

Öncelikle Nebi’nin (a.s) bir adı da Ahmed’dir. Ahmed; “Noksan sıfatlardan münezzeh, kemal sıfatlarıyla muttasıf olan Yüce Allah’ı öven ve övmesini bilen” demektir. Ümmeti de kendi saadetlerini sağlamak için hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan aziz Peygamberine karşı övgü ve sevgi bağlılığı içindedirler. Bu da O’nun “Muhammed/Övülen kişi” adının tecellisidir. Bunlardan başka Kur’ân-ı Kerîm’de Peygamberimizin peygamberlik süresinde îfa ettiği yüksek hizmetlerinin birer simgesi olarak geçen “Rasûl, Nebî, Şâhid, Mübeşşir, Beşîr, Nezîr, Munzîr, Dâî ilellâh, Sirâcûn Münîr, Raûfü’r-Rahîm, Musaddık, Müzekkir, Müzzemmil, Müddessir, Abdullah, Kerîm, Hakk, Mübîn, Nur, Hâtemü’n-Nebiyyîn, Rahmeten li’l-Âlemîn, Hâdî, Tâ-hâ, Yâ-sîn, Emîn, Kademe Sıdk, Nebiyy-i Ümmî, Sırât-ı Müstakîm, Urvetü’l-Vüskâ, Nimet, Necm-i Sâkıb gibi isim ve nitelendirmeler dikkate alındığında Peygamberin (s.a.s) nübüvvet ve risâletin gereği olan hizmetleri tam bir fedakârlık içinde ifa ettiği görülür. İşte bu durum, peşinen O’nda mevcut vefâ hissinin derinliğini gösterir.

Hz. Peygamber’in farzları ifadan sonra tarife sığmaz bir içtenlikle teheccüd vb. nafilelere zaman ayırması karşısında Bilâl’ın, geçmiş ve geleceğinin ilahî mağfirete eriştirildiğinden bahsetmesi üzerine “Allah Teâlâ’nın bana ihsan buyurduğu nimet karşılığında gereken şükrü yerine getirmeyeyim mi?” cevabını vermesi de düşündürücüdür. Burada şükretmenin, vefâ duygusunun bir meyvesi olduğu ortaya çıkmaktadır.

 

Hz. İbrahim (a.s.)’e Olan Vefâsı

Rasûl-i Ekrem’in mübarek zatı ve nübüvveti Hz. İbrahim’in:

“Rabbimiz! İçlerinden, onlara senin ayetlerini okuyan, Kitâb’ı ve hikmeti öğreten, onları her kötülükten arıtan bir peygamber gönder!” (Bakara, 2/129) ayetinde belirtilen mübarek ve samimi duasının bir neticesidir. O, bu duayı oğlu İsmail (a.s.) ile Kabe’yi bina ettikten sonra yapmıştır. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.s) de “Ben büyük babam İbrahim’in duasına, kardeşim İsa’nın müjdesine ve annem Âmine’nin rüyasına mazhar olmuşumdur” buyurmak suretiyle hem Hz. İbrahim’i, hem Hz. İsâ’yı, hem de annesini minnetle anmıştır. Bu, O’ndaki vefâ duygusunun bir eseridir. Bilhassa Hz. İbrahim’in duasına karşı Rasûl-i Ekrem (s.a.s) ömür boyu minnettar kaldığı gibi, kıyamete kadar da bu minnet duygusunu ümmetinin zihnine nakşetmiştir. Namazlarda son tahiyyatta ikindi ile yatsının ilk sünnetinde aynı zamanda birinci tahiyyatta da okunan “Salli-Bârik” dualarında Âl-i Muhammed’in ardından hemen Âl-i İbrahim zikredilmiştir. Bu dualarda Hz. İbrahim ile Ehl-i Beyt ve ashabının Hz. Muhammed (s.a.s) ile Ehl-i Beyti ve ashabının peşinden zikredilmesi Rasûl-i Ekrem’in, kendisinin Peygamberliği için Hz. İbrahim tarafından yapılan duanın Allah (c.c) katında kabulüne karşı Cenâb-ı Hakk’a bir şükranesi, Hz. İbrahim’i de minnet ve rahmetle anmasıdır. Bu, çok zarif ve çok hassas bir vefâ duyusunun eseridir.

 

Annesine Olan Vefâsı

Hz. Peygamber Hudeybiye umresinde Mekke’ye giderken Ebvâ’ya uğrayarak annesinin kabrini ziyaret etmiş, eliyle kabrini düzeltmiş, annesinin şefkat ve merhametini hatırlayarak teessüründen ağlamıştı.

 

Sütanne ve Kardeşlerine Olan Vefâsı

Rasûl-i Ekrem’in vefâsına en güzel örneklerden biri de Süveybe, Halime, Şeyma, Atîken (Ümmü Eymen) ve Fatıma gibi hanımların iyiliklerini, annesi Âmine’nin de emek ve hizmetini asla unutmamasıdır. Süveybe hanım, Hz. Peygamber’i doğumunda ilk hafta emzirmişti. Hz. Peygamber ömrü boyunca bu hanımla ilgilenmiş, hatta Medine’ye hicretinden sonra bile sürekli hediyeler ve erzak göndermiş, gidip gelenlerle selam yollamıştı. Ölüm haberini aldığında da bir yakını olup olmadığını soruşturmuş, kimsesi olmadığını tespit etmişti. Hz. Peygamber, anneciğim diye hitap ettiği sütannesi Halime’ye son dedece hürmet göstermiş ve ihtiyaçlarının karşılanması için elinden geleni yapmıştır. Hevâzin muharebesinde esirler arasında gördüğü sütkardeşi Şeyma’yı hemen tanımış ve kıymetli hediyelerle memleketine yollamıştır. Sırf kendi ülkelerinde dört yıl kalmanın hatırını güden Hz. Peygamber bu savaşın sonunda Hevâzinli süt teyzeleri, süt halaları, hatırına ganimetleri geri vermeyi bile düşünüyordu. Ancak Hevâzinliler başvuruda gecikince bilhassa ordudaki bedevilerin ısrarı üzerine Ci’rane’de toplanmış olan ganimetleri taksim etmek zorunda kalmıştı. Yine de sonunda Abdülmuttalib Oğullarının hisselerine düşen esirleri serbest bırakınca ashab da serbest bırakmış, fidye ödemeksizin hürriyetlerine kavuşmuşlardı. Bilindiği gibi cahiliye devrinde köle ve cariyelere insanlık dışı muameleler yapılırdı. Hz. Peygamber bir cariye statüsünde olan Ümmü Eymen-Bereke’ye “Sen benim ikinci annem sayılırsın!” buyurarak onu anne mevkiine yükseltiyor, onun kendisiyle ilgilenmesine karşı şükranlarını böyle belirtiyordu. Bir de Ebû Talib’in eşi Fatıma Hatun vardır ki, bu hanım Hz. Peygamber’e çocukluk, yaşlarında çok iyi davranmış, onu kendi çocuklarından hiç ayırmamış, hatta daha da üstün tutmuştu. Müslüman olarak Medine’ye hicret eden bu hanım öldüğünde Rasûl-i Ekrem (s.a.s) “Annem öldü” demiş, gömleğini kefen olarak vermiş, kabre eliyle indirmişti. Bu sıcak ilginin sebebini merak edenlere de şöyle cevap vermişti: “Ebû Talib’ten sonra bu kadıncağız kadar bana iyiliği dokunan hiçbir kimse yoktur. Ahirette cennet elbiselerinden giyinmesi için ona gömleğimi kefen olarak verdim, kabre ısınması, alışması için de oraya kendisiyle birlikte uzandım. O benim annemdi. Kendi çocukları aç durur, suratlarını asarlarken o, önce benim karnımı doyurur, saçımı tarardı, o benim annemdi!”

Bütün bu örnekler Nebiyy-i Muhterem (s.a.s)’in kendisine çocukluk yıllarında az-çok emeği geçen hanımlara derin bir vefâ hissiyle mukabele ettiğini göstermektedir.

 

Amcası Ebu Talib’e Olan Vefâsı

Müslüman olmadığı halde kendisini her türlü güçlüğe karşı himaye eden, düşmanların hücumuna karşı siper alan amcası Ebû Tâlib’i de İslâm’a kazandırmayı çok arzu etmiş ve bu vesileyle ahirette ona şefaati gönlünden geçirmiştir. Bu, amcasına nasıp olmamışsa da gönlünden bunu geçirmiş olması bile O’nun ne kadar ince bir vefâ hissine sahip olduğunu göstermektedir. Amcası Ebû Talib’in ve yengesi Fatıma hanımın yakın ilgilerine karşı Hz. Peygamber daha o yaşlarda tam bir vefâ örneği göstermiş, Mekke otlaklarında koyun gütmek dâhil elinden gelen her işi yaparak barındığı evin aile bütçesine sürekli katkıda bulunmuştur. Hz. Hatice ile evlenip müstakillen ticari hayata başladıktan sonra malî bakımdan iyi bir duruma gelen Hz. Muhammed (s.a.s), Hz. Ali’nin bakımını üstlenmiş, Cafer’in de amcası Abbas’a intikalini sağlayarak Ebû Talib ailesine samimi bir destek vermiştir. Bu sıralarda Peygamber (s.a.s) yaklaşık 36 yaşında idi.

 

İş Ortaklarına Olan Vefâsı

Rasûl-i Ekrem gerek iş ortaklarına, gerek ticari münasebetlerdeki muhataplarına karşı son derece vefâkar davranmıştır. Üstelik vefâkârlık, nübüvvetten önceki dönemde de en bariz vasfı idi. Nitekim naklolunduğuna göre ashabdan Abdullah b. Ebi’l-Hamsa (r.a.) bi’setten önce Hz. Muhammed (s.a.s) ile alış-verişte bulunmuş, biraz borçlu kalmış, ödeme günü için sözleşmişti. Hz. Peygamber gününde ve saatinde sözleşilen yere varıp Abdullah’ın gelmesi için tam üç gün beklemek zorunda kalmıştı. Abdullah, üç gün sonra hatırlayıp da oraya vardığında Peygamber (s.a.s) onu azarlamamış, sadece meraklandığını ifade ile yetinmişti.

 

Mut’im b. Adiy’e Olan Vefâsı

Mut’im b. Adiy, Kureyşli inkârcıların ileri gelenlerindendi. Mekke döneminde Hz. Peygamber Taif yolculuğundan şehre dönerken düşmanları onu şehre almak istememişlerdi. Rasûl-i Ekrem (s.a.s) sıra ile birçok ileri gelen Mekkelinin himayesini istedi, fakat hepsi reddettiler. Ancak Mut’im kabul etti, oğullarını silahlandırarak Hz. Peygamber’i himayeye layık bularak şehre aldı. Aradan yıllar geçti, Mut’im, Bedir savaşında Kureyşli diğer inkârcılarla birlikte Müslümanlara karşı savaştı ve öldürüldü. Peygamber devri İslâm şairlerinden Hassan b. Sabit, bu zatın ölümünün ardından anlamlı bir mersiye yazmış, şiirinde onun vaktiyle Peygamber (s.a.s)’i himaye ettiğinden söz ederek iyilikle anmış, Rasûl-i Ekrem (s.a.s) de kendi adına gösterilen bu vefâkarlıktan hoşnut olmuştu. Düşman esirlerine ne yapılacağı tartışılırken Nebiyy-i Muhterem (s.a.s)’in söylemiş olduğu şu söz de onun vefâkârlığının hangi noktalara ulaştığını göstermesi bakımından anlamlıdır: “Şayet Mut’im b. Adiy sağ olup da benden esirleri isteseydi fidye almadan hepsini serbest bırakırdım.”

 

Ashabına Olan Vefâsı

Hz. Peygamber (s.a.s) vefâkârlığının bir neticesi olarak ashabına düşkündü, onların menfaatini ve hayrını ister, zarar görmelerinden üzüntü duyardı (Bk. Tevbe, 9/128).

“And olsun ki, içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, inananlara şefkatli ve merhametli bir Peygamber gelmiştir”

Bunun tabii bir sonucu olarak ashabına iyiliği dokunanları hiç unutmaz, bunları daima minnetle anardı. Şayet mukabele etme imkânı doğarsa iyilik ve hizmet konusunda daha fazlasını yapmak isterdi. Bunun tipik örneğini Habeşistan Muhacirleri meselesinde görmek mümkündür. Bilindiği gibi bisetin beşinci ve altıncı yıllarında toplam olarak 105 Müslüman, Mekke’den Habeşistan’a göç etmişlerdi. Kureyş’e mensup müşrik elçilerin tahriklerine rağmen hükümdar Ashame adaletli davranmış ve Müslümanların, kendi ülkesinde, huzur içinde kalabilmelerini sağlamıştı. Aradan yıllar geçti, bir defasında Habeşistan hükümdarının elçileri, Rasûl-i Ekrem’in huzuruna gelmişlerdi, Peygamber (s.a.s) bunlarla yakinen ilgilendi, hatta bizzat hizmet etti, Ashab’ın bu hizmeti kendilerinin yapabileceğini hatırlatması üzerine Hz. Peygamber’in verdiği cevap çok anlamlıdır: “Bunlar Habeşistan’a göç etmiş olan ashabıma yer göstermiş, ikram etmişlerdi. Bunlara karşılık şimdi ben de hizmet etmek isterim.”

Hz. Peygamber yüksek vefâ duygusunun bir neticesi olarak ashabının hayatına tahminlerin ötesinde değer veriyordu, Hatta bir sahabînin haksız yere öldürülmesini savaş sebebi sayabiliyordu. Buna dair pek çok yaşanmış olaydan birkaçı şunlardır.

Reci (4/625–626)  vak‘asında on, Bi’r-i Mâûne faciasında (4/626) altmış dokuz Müslüman pusuya düşürülerek Kureyş müşriklerine destek veren caniler tarafından hunharca şehit edilmişti. Hâlbuki bu insanlar İslâm’ı öğrenmek arzusunu izhar eden kabilelere muallim ve mürşit olarak gönderiliyorlardı. Hz. Peygamber İslâm’ın tebliği yolunda canını feda eden bu öğretmen kadrosunun ardından gözyaşı döktü ve sebep olan zalimlere uzun süre beddua etti (40 gün sabah namazı, ikinci rekattan doğrulunca), bundan sonraki mürşit ekiplerinin yanına askerî müfrezeler (seriyyeler) refakat etti.

6 (628) yılında Hz. Muhammed (s.a.s) yaklaşık 1400 kişiyle umre niyetiyle Mekke’ye gitmişse de müşrikler şehre girmeye izin vermemişlerdi. Hz. Peygamber sadece umre niyetiyle geldiklerini bildirmek üzere elçi yolladıysa da sonuç alınamadı. Bunun üzerine Ümeyye oğullarının ileri gelenlerinden sayılan Hz. Osman’ı gönderdi. Hz. Osman, süresi içinde dönmediği gibi, hapsedildiği, hatta öldürüldüğü söylentisi duyuldu. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem sırtını bir ağaca dayamak suretiyle sadece yolcu kılıçları olduğu halde oradaki bütün Müslümanlardan, şayet Osman öldürülmüşse onun kanını yerde bırakmamak niyetiyle biat aldı. Kur’ân-ı Kerîm’de bu olay “Rıdvan Biati” diye geçmektedir.

8 (629) yılında Hz. Peygamber’in elçisi Haris b. Umeyr’in Busra emiri Şurahbil b. Amr tarafından şehit edilmesi Mute savaşının sebebi sayılmıştır. Sayıca Müslümanlardan çok bile olsalar, Hz. Peygamber milletler arası hukuka aykırı biçimde öldürülen aziz elçisinin kanını yerde bırakmamak üzere üç bin kişilik ordunun başına çok sevdiği üç şahsı sıra ile kumandan tayin ederek göndermiştir. Keza ebedî âleme intikalinden hemen önce hastalığına rağmen Üsâme (r.a.)’ye İslâm sancağını vermiş, onun babası Zeyd ile Cafer-i Tayyar ve Abdullah b. Revâha’nın vaktiyle şehit düştüğü Mute taraflarına gitmesini söylemiş (bu olayın intikamı için), buna ömrü yetmemişse de Üsame ordusunun bu sefere çıkışı ilk halife Hz. Ebû Bekir tarafından gerçekleştirilmişti.

 

Şehit Yakınlarına Olan Vefâsı

Rasûl-i Ekrem (s.a.s) Allah, Kur’ân ve Peygamber yolunda cihat edip şehit düşenleri asla unutmaz, onların geride kalan çocuklarının (yetimlerin) yetiştirilmesi, hayata hazırlanması ve dul kalan eşlerinin ihtiyaçlarının giderilerek yaşayışlarını aksamadan sürdürebilmelerinin sağlanması hususunda şahsen büyük çaba gösterdiği gibi ashabını da bu istikamete sevk ederdi. Buna dair yaşanmış yüzlerce olay arasından üç tanesini nakletmek, istiyoruz:

Hz. Peygamber Hudeybiye Umresinden (H.7/M.629) dönerken Uhud (H.3/M.625) savaşında şehit düşen Hz. Hamza’nın, küçük kızı Ümâme’yi Mekke’den Medine’ye getirmişti. Acaba bu şehit çocuğunun hayata hazırlanmasına kim yardım edecek, elinden kim tutacaktı? Aynı anda üç kişinin buna istekli olduğu ortaya çıktı. Bunlardan birincisi Zeyd b. Harise (r.a.) olup Rasûl-i Ekrem (s.a.s) onu hicretten sonra Hz. Hamza ile birbirlerini her yönden desteklemek üzere kardeş kılmıştı. İkincisi Hz. Ali olup Ümâme’nin amcası sayılırdı. Dolayısıyla Hz. Hamza da Hz. Ali’nin amcası idi. Üçüncü şahıs Cafer b. Ebî Tâlib (r.a.) olup Ümâme’ye yakınlığı aynen Hz. Ali’deki gibiydi. Ancak bir farkla ki, Hz. Cafer’in, zevcesi Ümâme’nin teyzesi idi ve teyze anne yarısı sayılırdı. Nebiyy-i Muhterem (s.a.s) bir şehit çocuğuna gösterilen bu ilgiden son derece duygulandı. Demek ki ashab, Rasûlullâh’ın vefâ mektebinden yeterli dersi alabilmiş ve bu konudaki Nebevî öğretimi algılayabilmişlerdi. Hz. Peygamber “Ey Zeyd, sen Allah ve Rasûlü’nün dostusun. Ey Ali, sen de benim kardeşim ve dostumsun. Ey Cafer, sen de bana yaradılışça ve huyca çok benzersin” diyerek üçüne de ayrı ayrı iltifat etmiş ve teyzesiyle evli bulunması dolayısıyla Ümâme’yi gözetip yetiştirmeye Hz. Cafer’i daha uygun bulmuştu. Ayrıca Hz. Peygamber her safhada Ümâme ile ilgilenmiş ve zamanı gelince Hz. Ümmü Seleme’nin oğlu Seleme b. Ebî Seleme ile evlendirmiştir.

Mûte muharebesinde (H.8/M.629) diğerleriyle birlikte en başta üç kumandan (Zeyd b. Harise, Cafer b. Ebî Tâlib, Abdullah b.Revâha) peş peşe şehit düşmüşlerdi. Savaş sonunda İslâm ordusu Medine’ye döndüğünde şehitlerin ardından bizzat Hz. Peygamber ve Müslümanlar gözyaşı döktüler. Bu esnada Hz. Peygamber’in, Müslümanları; dövünerek, feryat ederek ağlamaktan menettiği görüldü. Bunun yerine şehit evlerine yemek götürülmesini, çünkü onların başına mutfakla ilgilenmekten onları engelleyecek bir sıkıntının geldiğini söyledi. Bilhassa geri kalan yetimlerin himayesi ve hayata hazırlanması ile yakinen ilgilenilmesini tembih etti. Bu konuda bizzat kendisi ashabına örnek oldu, Hz. Cafer’in ailesine başsağlığı diledi, teselli etti, üç gün süreyle yemek yaptırıp ikram etti ve Hz. Cafer’in çocuklarını himayesine aldı.

Bu konuda üçüncü örneğimiz Cüleybîb (r.a.)’in evlendirilmesiyle ilgilidir. Bu zat İslâm’dan önce kadınlar arasına sıkça girip onlarla şakalaşmak itiyadında idi. Dolayısıyla Ensâr, ailelerini ondan sakındırırlardı. İslâmî dönemde böyle insanların kazanılması kendileriyle ilgilenilmeye bağlıydı. Bu münasebetle Hz. Peygamber, bizzat Ensâr’dan bir zata giderek kızını Cüleybiyb için istedi. Baba ve anne isteksiz davrandılarsa da kız bunu duyunca Rasûlullâh’ın üzülmesinden endişe ederek onun istediğine verilmesi gerektiğini anne-babasına ifade etti. Rasûl-i Ekrem’in yakın ilgisiyle düğün oldu. Aradan, çok geçmedi düşmanlarla bir muharebe meydana geldi. Savaş sonunda Rasûlullâh’ın gözleri hep Cüleybiyb’i aradı. Meğer düşmandan yedi tanesini öldürdükten sonra şehit düşmüştü. Peygamberimiz bu aziz şehidi hüzünle süzdükten sonra üç kere: “Cüleybiyb bendendir, ben de ondanım” buyurdu ve mübarek eliyle kabrine defnetti. Ashabın anlattığına göre Hz. Peygamber Cüleybiyb’in dul eşi hakkında hayır dua yapmış, zaman zaman evine giderek şenlendirmiştir ve zaman içinde bu hanım çok itibar kazanmış evinde daima bolluk ve bereket görülmüştür.

İlk iki örnekte bir vefâ borcu olarak şehitlerin geride kalan çocuklarıyla ilgilenmek vurgulanırken, üçüncü örnekte şehit eşinin görüp gözetilmesi konusuna dikkatler çekilmektedir.

 

Ashabın İleri Gelenlerini Övmesi

Nebiyy-i Muhterem (s.a.s) zor anlarında kendisine destek verenleri hiç unutmamıştır ve kalbinde onlara hususi bir yer ayırmıştır. En zor zamanda ona en yakın desteğini esirgemeyen Hz. Hatice’yi “Kendi zamanındaki İslâm kadınlarının en hayırlısı” olarak nitelendirmiş ve “ona cennette bir ev verileceği”ni müjdelemiştir. Kendi grubu içinde ilk Müslüman olan ve tereddüt etmeden İslâm’a girmesiyle tanınan, -miraç dâhil- Rasûl-i Ekrem’in naklettiği her haberi hiç şüphe etmeksizin tasdik eden Hz. Ebû Bekir, Hz. Peygamber tarafından “Sıddîk ve Atîk” unvanlarıyla taltif edilmiş, “İslâm kardeşliğiyle bütünüyle Müslümanlar kardeş kılınmamış olsaydı insanlar arasında onu birinci dost (halîl) edinebileceğini” ifade buyurmuş, vefâtından önce camiye açılan evinin kapısının açık kalmasına izin vermiş ve sağlığında imamete getirmiştir. Keza ebeveynine kavuştuğu halde, kendisinin yanında kalmayı tercih eden Hz. Zeyd’e ve onun oğlu Hz. Üsame’ye hususi bir sevgi beslemiş, her ikisini de             -vuku bulan itirazlara rağmen- kumandanlık mevkiine getirmiştir. (Mekke’nin fethi sonrası Kabe’ye giren Nebi (a.s.)’nin yanında ikisi de zenci olan Üsame ve Bilal vardı. Yine Bilal, çektiği sıkıntıların karşılığını ömrü boyunca Nebi (a.s.)’nin yanından ayrılmamış, onun müezzinliğini ve hazinedârlığı yapmıştır) Hz. Ali, Hz. Osman, Hz. Sa’d, Hz. Zübeyr, Hz. Talha, Hz. Abdurrahman b. Avf, Hz. Ömer, Hz. Ebû Ubeyde ve Zeyd b. Amr gibi zatları İslâm’ın ilk yıllarındaki hizmetlerinden, zor zamandaki desteklerinden dolayı daima övmüş ve cennetle müjdelemiştir.

 

Müttefiklerine Olan Vefâsı

Diğer taraftan Hz. Peygamber (s.a.s) müttefiklerine karşı da vefâlı idi. Kureyşlilerle Müslümanlar arasında imzalanan Hudeybiye Barış Antlaşması (H.6/M.628) hükümlerine göre Mekkeli bir şahıs Medine’ye iltihak etmek isterse geri çevrilecekti. Kureyş heyetinin reisi olan Süheyl b. Amr’ın oğlu Ebû Cendel, İslâm’a girmesi sebebiyle bağlı olduğu yerden kaçıp Rasûl-i Ekrem’e sığınmak istemişti. Üstelik bedeninin çeşitli yerlerinde işkence izleri vardı. Bu acıklı görüntü ashabı müteessir etti, hüzne boğdu. Bununla beraber Süheyl’in katı tutumuna karşı, Rasûlullah (s.a.s), Ebû Cendel’e, kurtuluşu için dua etmekte yetindi. Zira O, bir antlaşmaya evet demişti ve Müslümanlar, ahitlerini bozamazlardı. Keza, daha sonraki aylarda Mekkeli Ebû Basîr kaçarak Medine’ye ulaşmış, fakat Hz. Peygamber antlaşma gereği onu almaya gelen Mekkeli yetkililere geri vermek zorunda kalmıştı. Hatta yolda giderken görevlilerin elinden kurtulup tekrar geldiği halde Hz. Peygamber onu Medine’ye yine kabul edememiş, fakat bu sefer Mekke’ye değil de Mekke-Şam ticaret yolu üzerindeki Îs bölgesine gitmesini işaret etmişti. Bu durumda hem Rasûl-i Ekrem (s.a.s) antlaşmayı bozmayarak ahde vefâ göstermiş hem de Îs bölgesinde meydana gelen bazı gelişmeleri müteakip Mekkeliler söz konusu maddenin Müslümanların lehine olarak değiştirilmesini bizzat istemek durumunda kalmışlardı.

Hayber savaşında (H.7/M.628) cereyan eden çoban Yesar örneği de fevkalade ilginçtir. Nakledildiğine göre Yahudi ileri gelenlerinden birinin koyunlarını güderek geçimini sağlayan siyahî bir çoban Hayber savaşının cereyan ettiği günlerde kale içinde adı sıkça geçen Hz. Muhammed (s.a.s) ile görüşebilmeyi çok arzulamış ve bir sabah kaleden çıkıp koyunlarını sevk ederken onunla karşılaşmıştı. Bir süre sohbetten sonra Yesar adlı çoban İslâm’a girdi ve müslümanlara katılmak istedi. Fakat Hz. Peygamber ona, önce koyunları her zamanki yerine yerleştirip öyle gelmesini tembih ederek en zor zamanda bile sorumluluk, vazife şuuru ve ahde vefânın çok anlamlı bir örneğini verdi. Üstelik savaşın uzadığı ve müslümanlar arasında erzak sıkıntısının baş gösterdiği bir ana tesadüf etmesi, bu olayın anlamını daha da derinleştiriyor. Çoban, koyunları teslim ettikten sonra İslâm ordusuna iltihak etti. Yahudilere karşı Müslümanların safında savaştı ve üzerinden bir namaz vakti bile geçmeyen bir süre içinde şehit düştü. Bu zat, ashab arasında “Bir vakit namaz bile kılmadan cennetlik olan şahıs kimdir?” diyerek, bulmaca gibi sorulurdu.

Ahde vefâ konusunda ilginç bir örnek daha var, Hudeybiye Barış Antlaşmasına Müslümanların yanında katılan Huzâe kabilesi Kureyş’in yanında antlaşmaya giren Benû Bekir’in saldırısına uğramıştı. Kureyşliler de bu saldırıyı el altından destekliyorlardı. Huzâeliler durumu Hz. Peygamber’e ilettiklerinde O, Mekkeli müşriklere derhal ültimatom göndermiş ve Huzaelilerden; gasp edilen malların iadesini,  öldürülenlerin diyetlerinin ödenmesini, Benû Bekir’in antlaşma dışı bırakılmasını belirtmişti, Mekkeliler buna uymayınca derhal ordu hazırlığına girişti, bunu antlaşmanın ihlali ve tek taraflı olarak ahde vefâsızlıkla nitelendirdi, Mekke fethi seferinin (H.8/M.630) sebebi saydı. Huzâelilerin de o sırada müşrik bir kabile olması, konunun önemini artırmaktaydı.


Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL diğer yazıları