Muhabbet Yeli

Yaşadığım müddetçe Kur’ân’ın kölesiyim ben, Hz. Muhammed Mustafa’nın yolunun tozuyum ben,

 

Yaşadığım müddetçe Kur’ân’ın kölesiyim ben,

Hz. Muhammed Mustafa’nın yolunun tozuyum ben,

Birisi, benim sözlerimden, bundan başka bir söz naklederse,

O kimseden de, o sözden de bizarım ben

 

diyen Hz. Mevlânâ,

 

 

 

Bu denizde ne ölmek var bize

 

 

Bu denizde ne gam, ne dert ne keder

Bu deniz, alabildiğine muhabbet

Bu deniz, iyilikten cömertlikten ibaret

 

diyor ve şöyle devam ediyor:

 

 

 

Sevgiden acılar tatlılaşır,

 

 

Sevgiden bakırlar altın kesilir,

Sevgiden, tortulu bulanık sular arı duru hale gelir,

Sevgiden, tatlılar iyileşir,

Dostlar sevgiyle derman bulur,

Ölüler sevgiden dirilir,

Sevgiden padişahlar kul olur(1)

 

Sevgi, güzel hislerin (hiss-i selîmin), iyi eğilimlerin (fıtrî güzelliklerin) beslenip geliştirilmesi ve sosyal hayatta örnek davranışa dönüştürülmesi için Yüce Allah tarafından insan ruhuna ihsan edilmiş bir cevherdir, bir değerdir.

 

 

İlahi bir lütuf olan bu sevgi, Allah sevgisi, Peygamber sevgisi, insan sevgisi, vatan sevgisi, canlı-cansız bütün varlıklara beslenen muhabbet halkaları halinde birbirini tamamlayan entegre bir bütünlük içindedir. Bu sevgi meleğinin sesini hissederek yaşayanlar bütün sevgi katmanlarında gezinirler, muhabbet mahallerini ziyaret ederler. Ruhuna ihsan edilmiş sevgi cevherini, fıtrattaki muhabbeti işleterek üretime dönüştürebilenler allı, güllü, mor sümbüllü çiçekler gibi güzelliklere açılırlar, güzel düşünürler, güzel konuşurlar, güzel işler yaparlar, güzel hizmetlere imza atarlar.

 

Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin dediği gibi:

 

 

 

Esip muhabbet yeli

 

 

Vecde getirsin dili

Söylesin can bülbülü

Hardan olsun gülümüz

 

Muhabbet rüzgârı esince gönül vecde gelir. Can bülbülü söyleyince de dikenlerden güller açar.

 

 

Sevgi, insan için, insanlık için sanıldığından daha önemli bir değerdir ve önemli bir manevi güç kaynağıdır.

Bunlar arasında bir sevgi var ki bu, tüm sevgileri mayalar ve uygun gelişme yollarında yürütür.

Meriç hoca bu sevgiyi şöyle dile getirir:

 

Her zerrede şevk-i sermediyyet görünür,

 

 

Mahz-ı ezeliyyet ebediyet görünür,

Dikkatle bakınca âlem-i hilkatte,

Mahbûbiyyet Muhammediyyet görünür.

 

Gerçekten de Hz. Peygamber sevgisi kişiyi bir yandan Muhabbetullah’a, O’nun rıza ve mağfiretine eriştirir, diğer yandan insanlara, diğer canlılarca ve tabiata beslenecek ilgi, şefkat ve merhamete götürür. Yani Hz. Peygamber sevgisi her iki tarafa da çıkışı olan manevi bir köprü durumundadır. Bu köprüden geçenler hem Yüce Allah’ın muhabbet, rıza ve mağfiretine sevgi, hoşnutluk ve bağışına erişirler hem de O’nun yaratıklarına, evrendeki her varlığa sevgi, saygı, şefkat, merhamet ve ilgi beslerler. Ayrıca, yaşadıkları çevrede muhabbet merkezli tür yararlı hizmetlerin içinde yer alırlar.

 

 

Habîb-i Hudâ, Habîbullâh ve Habîb-i Kibriya olan Hz. Muhammed’e (s.a.s) beslenen muhabbet, gönle/ruha haz veren diğer bütün muhabbetleri mayaladığına göre onu sevmek, gerçekten sevebilmek, sevdikleri arasına girebilmek sıradan bir iş değildir. Böyle bir derece/ aşama kat edebilmek bir muhabbet eğitimini gerektirir. Muhabbet merkezli bir dünya kurmadan, gönlü muhabbet neşvesiyle doldurmadan bunu gerçekleştirmek mümkün değildir.(2)Şairin dediği gibi:

 

Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,

 

 

Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl?

 

O zaman, önce gönülleri sevgiye açmak gerek. Zira insan Yüce Allah tarafından mükerrem/şan ve şeref sahibi bir varlık olarak en güzel şekilde yaratılmıştır.(3) İnsan kendisine dikkatle bakarsa kâinatın/âlemin özü ve göz bebeği olduğunu anlar. Şeyh Gâlib’in dediği gibi:

 

 

 

Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen,

 

 

Merdüm-i dîde-i ekvan olan âdemsin sen

 

O halde gönlü masivadan arındırmak ve onu Resûl-i Ekrem’i (s.a.s) sevmeye ehil/liyakatli/donanımlı hale getirmek gerek:

 

 

 

Masiva şaibesinden dili tathire çalış,

 

 

Pertev-i hikmet ü irfan ile tenvire çalış.

 

“Gönlü Allah’tan başkasına bağlanma lekesinden temizlemeye çalış, irfan ve hikmet ışığıyla aydınlatmaya gayret et.”

 

 

Buradaki masivadan kalbi temizlemek veya masiva ile ilgiyi kesmek, maddeye gönül vermek, dünyanın geçiciliğinin farkında olarak yaşamak, maddeye ihtirasla bağlanmamak demektir. Yoksa dünya ve madde ile meşgul olmamak demek değildir. Zira Müslüman dünyayı imarla da görevlidir. Ama vasıtalar gaye haline getirilmemelidir. Şayet, gönül mâsivadan temizlenemezse vasıtalar gaye haline dönüşür, gaye ise öksüz kalır ve Nâbî’nin dediği ortaya çıkar:

 

Leb zikirde amma ki gönül fikr-i cilanda

 

 

Kaldı orada sübha-i mercan mütereddid

 

Zikr u tesbihin gönlü beslemesi için dünya kavgasından uzaklaşmak, dil ile gönlü barıştırmak gerekir.

 

 

Şem’î öyle diyor:

 

Sün çıkar gayrı gönülden, tâ tecelli kıla Hakk,

 

 

Padişah konmaz saraya hane mamur olmadan

 

Ruh melekût âleminden tertemiz gelmiş, fakat madde kiri ile kirlenmiştir. Tasfiye ve tezkiye ile ruhu/gönlü örten kirlerden temizlemek gerekir. Hak Teâlâ’nın nuru böyle gönülleri aydınlatır. Kirli gönüllere gelmez. Bir hükümdar, bir padişah düşünelim, saraya/köşke davet edildiği zaman orası önceden temizlenmiş olur. Temizlenerek hazır hale getirilmemiş bir saraya padişah gelmez ve esasen, teâmüle göre temiz olmayan bir eve sultan davet edilmez. Şair Nâbî de bunu gayet özlü bir şekilde şöyle ifade eder:

 

 

 

Âyine-i idrakini pâk eyle sivâdan,

 

 

Sultan mı gelir hâne-i nâpâke hicâb et

 

O halde Yüce Mevlâ’nın nurunun gönülde tecellisi için gönül sarayını temiz tutmak gerekir. Zira “Dil nazargâh-ı celîl-i ekberest: Gönül, Yüce Allah’ın, sürekli murakabesi altındadır.” Cenâb-ı Hakk’ın, sürekli gözetimi altında olan gönle kirlilik yakışır mı? Kirli olan gönle Allah ve Peygamber sevgisi girer mi?

 

 

Gönül merkezli yaşamanın, gönlü manevi kirlerden arındırmanın önemini daha iyi anlayabilmek için bir gönül dertlisi olan Yunus’u dinlemek uygun olur. Yunus, önce, kişinin hatalarının farkına varması, riyadan uzaklaşıp samimiyetle, hevâ ve heveslerden vazgeçip ölçülü-planlı bir hayata dönmesi gerektiğini söylüyor:

 

Bu ömrüm yok yere harc etmişem ben

 

 

Canımı gör ne oda atmışam ben

Kimesne kimseye etmemiş ola

Ânı kim kendime ben etmişem ben

 

Amelim ne ki varsa hep riyadır

 

 

Acepdir ihlâsı unutmuşam ben

Giceye iresini kimse bilmez

Tûl-i emel başın uzatmışam ben

 

Din ve dünya hayatını planlayan; ten hazzından, şehvet ve ihtirastan, makam-mevki düşkünlüğünden uzaklaşıp manaya/gayeye/öze dönen kişinin de ümitsizliğe/hüsrana düşmesine gerek yoktur. Zira:

 

 

 

Mânâ eri bu yolda melül olası değil,

 

 

Mânâ duyan gönüller hergiz ölesi değil.

Ten fanidir can ölmez, gidenler geri gelmez,

Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil.

 

Tekrar, “İşin gücün fesad ile/Yaktı beni hırs od ile” diyerek nefsin tuğyan ve azgınlıktan kolay kolay vazgeçmeyeceğine, bu sebeple nefs ile mücadeleyi sürekli yapmak gerektiğine işaret eden gönül eri Yunus, gönlünden kopup gelen bir çığlıkla şöyle diyor:

 

 

 

Nola şimden geru fesadı terk etsen gönül!

 

 

Gâh ağlasan günahına gâh kanaat etsen gönül!

 

Demek ki Allah ve Peygamber sevgisini konuk edecek gönül, buna hazır olan donanımlı bir gönüldür, eğitimli bir cândır, öyle olmalıdır.

 

 

Hepimiz, zaman zaman gönül dünyamızdaki yıkıntılardan, depremlerden şikayetleniriz. İbadet ü tâat ile zikr u tesbihattan gönlümüzde/iç dünyamızda niçin nûrânî bir rüzgârın esintilerini hissetmediğimizi düşünürüz. Üç-beş çekim tespih devirmekle bunu hallettiğimizi hayal eder, gayeye erişemeyince de üzülür, hayıflanırız.

Gerçi hayıflanmak, eksikliğimizin farkında olmak da yol alışta güzel bir menzildir, iyi bir derecedir. Ama bu noktada daha doğru olan, “neden, niçin” sorusunu sormaktır. O zaman, belki, karşımıza, “İşin gücün fesad ile/Yaktı beni hırs od ile” tespiti çıkabilir.

Bir de şunu düşünmek uygun olur: Gündelik hayatımızı yürütürken biz nesf-i emmârenin hile ve tuzaklarına ne kadar takılıyoruz, bu tuzaklar bizi ne kadar tökezletip düşürüyor? Bizi gönül gayemizden ne kadar uzaklaştırıyor? Biz gerçekten de her nerede yaşıyor, her ne iş yapıyorsak inancımızı ibadet değerlerimizle, ibadetlerimizi ahlak ve davranış değerlerimizle temsil edebiliyor muyuz? Koruyup güçlendirebiliyor muyuz? İnandıklarımızla yaptıklarımız uyuşuyor mu? Göründüğümüz gibi olabiliyor, olduğumuz gibi görünebiliyor muyuz?

Şükür Allah’a tevhid ehliyiz, ibadetlerimizi yerine getirmeye de çaba gösteriyoruz. Ama inanç ve ibadet değerlerimizi sosyal hayatta beşeri münasebetlerde uygun davranışlar geliştirmek suretiyle yeterli bir şekilde temsil edebildiğimizi maalesef söyleyemiyoruz. İnanç ve ibadet değerlerimizi özümseyip içselleştirerek günümüz şartlarında bunlara uygun tatminkâr davranış örnekleri ortaya koyabildiğimizi iddia edemiyoruz. Dolayısıyla bize bakanlar entegre bir bütünlük içinde Müslümanlığa dair bir çerçeveye ulaşamıyorlar. Daha doğrusu bizim verdiğimiz resimler/kareler Müslümanlık çerçevesinde yeterince yansıma bulmuyor. Böylece bir yandan gönül dünyamızdaki tedirginliklerle kendimiz tatmin olmayarak vehim ve vesvese dünyasında bocalıyoruz, öte yandan başkalarına örnek olamıyoruz ve gıpta uyandırıcı örnek davranışlar sunamıyoruz.

Hz. Peygamber ve ashabının hayatında inanç ve ibadet değerlerini sosyal hayatta kıymetlendirme ve beşeri münasebetlerde anlamlandırma biçimi özellikle bu alandaki eksikliklerimiz açısından büyük önem taşıyor. Biz inanç ve ibadet değerleriniz, zarafete, nezakete, çalışkanlığa, sabra, sebata, dürüstlüğe, sorumluluk ve görev bilincine, tebessüm ve tevazua, müsamaha ve tebliğe, coşku ve hizmete nasıl dönüştürebileceğimizi bu yolla öğrenebileceğiz.

Daha açık ifade etmek gerekirse biz; Peygamberin (a.s) azmini, sabrını, fedakârlığını, hizmet aşk ve şevkini, Ashâb-ı Kirâm’ın ihsan ve îsarını ve o günkü şartlarda adeta kıtalar arası sayılabilecek uzak mesafelere kadar uzanan hasbî hizmetlerini anlayamadığımız sürece onların günümüz şartlarındaki örneklerini veremeyiz; onlar gibi birlik olmayı, paylaşmayı, kenetlenmeyi, kardeşliği bir ibadet vecdi içinde gerçekleştiremediğimiz sürece müslümanlığın sosyal hayatta bizden beklediği örnekliği yeterince oluşturamayız

 


(1) Mehmet Önder, Hz. Mevlânâ (Hayatı ve Eserleri), s.69, 127, 133.

(2) Mustafa Kara, Gönül Mektupları, s.14.

(3) Bkz. İsrâ, 17/70; et-Tîn, 95/4.


Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL diğer yazıları