Halis EŞREF

Kâdirîliği, Anadolu’ya Taşıyan Velî Eşrefoğlu Rûmî (k.s)

Kâdirîliği, Anadolu’ya Taşıyan Velî Eşrefoğlu Rûmî (k.s)

Üstâdın huzurunda lüzumsuz konuşmak edebe aykırıdır

Anadolu’da yaşayan büyük velîlerden, şâir. İsmi Abdullah olup, babasınınki Eşref’tir. Babasının ismi ile şöhret buldu. Babası, Mısır’dan İznik’e göç etti. Eşrefoğlu Rûmî İznik’te doğdu. Doğum târihi belli değildir. 1484’te (H.889)İznik’te vefât etti. Türbesi İznik’tedir. Eşrefzâde-i Rûmî diye de bilinir.

Babasının terbiyesi altında büyüyen Eşrefoğlu Rûmî, önce İznik’te bulunan medreselerde çeşitli âlimlerden ders aldı. Zamanın zâhirî ilimlerinde üstün başarılar elde etti. Sonra Bursa’ya giderek Pâdişâh Çelebi Mehmed’in medresesine girdi. Burada tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimleri üzerinde söz sâhibi olan âlimler derecesine yükseldi. Buradan mezun olunca, Bursa’da müderrislik yapan hocası büyük âlim Alâeddîn Ali’nin yardımcısı oldu.

Çelebi Mehmed Han Medresesinde bir müddet ders veren Eşrefoğlu Rûmî bir sabah vakti medrese civarında dolaşırken, zamanın velîlerinden olan Abdal Mehmed’e rastladı. Kalbinden; “Tasavvuf yolundan bana nasîb var ise bazı alâmetler görünsün” diye geçirerek ona yaklaştı. Abdal Mehmed kendisine bakarak; “Ey medreseli! Bize köfteli çorba getir” dedi. Bu söz üzerine çarşıya gidip, köfteli çorba aradı. Fakat bulamadı ve eli boş dönmemek için köftesiz çorba aldı. Abdal Mehmed’e gelirken yoldaki çamurdan bir parça alarak, birkaç yuvarlak köfte hâline getirip, çorbanın içine attı. Abdal Mehmed çorbayı karıştırıp köfte bulamayınca Eşrefzâde’ye; “Hani bunun köftesi?” diye sordu. Daha sonra çorbayı iyice karıştırdı ve Eşrefoğlu’na uzatarak; “Ye bunu!” dedi. Eşrefoğlu büyük bir teslimiyet ile tereddüt etmeden çorbayı yedi. Çorbanın içine atılan çamur parçaları köfteye dönmüştü. Bunun üzerine o zât; “Ya sen olmayıp da kim olsa gerek?” şeklinde bir söz söyleyip oradan uzaklaştı. Eşrefoğlu bu sözlerden bir mana çıkaramamasına rağmen, tasavvuf yoluna girmesi hususunda bir işaret olduğuna inandı.

 Nefsini terbiye etmek, kalp aynasını cilâlamak için kendi kendine uğraşmaya başladı. Bu yolda bir hoca bulmanın şart olduğunu düşünerek, kitaplarını dağıttı ve Bursa’da bulunan Emir Sultan’ın huzuruna gitti. Talebesi olup, hizmetiyle şereflenmek istediğini bildirdi. Emir Sultan, Abdullah’ın tasavvuf yolunun aşkıyla yandığını görünce onu evliyânın büyüğü Ankara’daki Hacı Bayrâm-ı Velî’ye gönderdi. Eşrefoğlu, Ankara’ya gidip yeni hocasına tam teslim oldu.

 Hacı Bayrâm-ı Velî hazretleri, Abdullah’daki kabiliyeti keşfederek ona nefsini terbiye edecek vazifeler verdi. Yaşı kırkın üzerinde ve büyük bir âlim olduğu halde, hocasının emirlerine “Baş üstüne” diyerek sarıldı. Kendisine verilen helâ temizleme vazifesini, bütün gayretiyle yapmaya başladı. Nefsinin isteklerini terk edip, istemediklerini yapmak için büyük çaba sarf etti. Bu şekilde riyâzet ve mücâhedeye devam etti. Hocası Hacı Bayrâm-ı Velî’ye on bir sene hizmet etmekle şereflendi. Bu kadar zaman zarfında hocasının; “Üstâdın huzurunda lüzumsuz konuşmak edebe aykırıdır” sözü üzerine, yanında bir kelime bile konuşmadı. Sadece sorulan suâllere kısa ve öz olarak cevap verir, edebe, ziyâde dikkat ederdi. Eşrefoğlu Abdullah, on bir sene içinde pek çok imtihandan geçti. Yaptığı güç işlerden hiç şikâyette bulunmadı. Bu sabrı ve hocasına karşı muhabbeti ve hürmeti üzerine, Hacı Bayrâm-ı Velî kızı Hayrünnisâ’yı ona nikâh ederek zevceliğe verdi.

Bir müddet daha hizmete devam eden Eşrefoğlu Abdullah, hocasından izin alarak Allahü Teâlâ’nın emir ve yasaklarını bildirmek üzere İznik’e gitti. Orada kendi iç âlemiyle baş başa kaldı. Hocasından ayrılığı onu yaktı, hasretine fazla dayanamadı ve tekrar Ankara’ya döndü. Hacı Bayrâm-ı Velî, damadını, tasavvuf yolunda derecelerinin ilerlemesi için tekrar İznik’e gönderdi. Orada kırk gün nefsini terbiye etmesi için halvete girmesini, sonra Ankara’ya gelmesini emretti. İznik’e gidip geldikten sonra, hocasının: “Hama şehrinde Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin torunlarından Şeyh Hüseyin Hamevî’nin huzuruna gidip, Kâdirî yolunu öğreniniz” buyurdu. Bu emri yerine getirmek üzere hazırlığa başladı. Hanımını ve biricik kızı Züleyhâ’yı bir merkebe bindirerek, Hacı Bayrâm-ı Velî ile vedalaştı. Günlerce zahmetli ve yorucu yolculuktan sonra, Hama’ya yeni hocasının huzuruna vardı.

 O gün hacdan dönen Hüseyin Hamevî, ilâhî bir ilhâm ile Eşrefzâde’nin gelmekte olduğunu anlayarak, talebelerine; “Bugün Anadolu’dan bir er geliyor. Gidip karşılayınız!” buyurdu. Karşılamaya çıkan talebeler zahmetli ve zorlu yolculuktan dolayı elbiseleri eskimiş olduğu için Eşrefoğlu Rûmî yanlarından geçtiği halde, hocalarının söylediği zâtın o olduğunu anlayamadılar. Dergâhın kapısına varan Eşrefzâde Rûmî, Hüseyin Hamevî tarafından itibarla içeri alındı. Hanımı ve çocuğu ise Hüseyin Hamevî’nin hanımı tarafından kendilerine ayrılan odaya götürüldü.

Hüseyin Hamevî, bu yeni talebesinin önce nefsini terbiye etmek üzere kırk gün halvet için bir hücreye koydu. Eşrefoğlu Abdullah, Hama’da da sıkı bir riyâzet ve mücâhedeye tâbi tutuldu. Kırk gün içinde Hüseyin Hamevî, Abdullah’a ziyâde teveccühlerde bulundu. Bir gün bir hizmetçi hücresine yemek götürdü. Eşrefoğlu’nu hareketsiz görünce, öldü zannedip, telaşlandı ve durumu hocasına bildirdi. Fakat kırk gün dolmadığı için Hüseyin Hamevî bu duruma aldırış etmedi. Abdullah kırkıncı günü hücreden çıkartıldığında, büyük bir vecd hâli içinde kendinden geçmiş, gözleri kapalı ve hareketsiz bir halde görüldü. Kendisini melekler âlemini seyretmenin lezzetinden ayırdıklarında; “Sultanım bize kıydınız” diyerek gözlerini açtı. Bu kırk günlük imtihanı başarıyla veren Abdullah, tasavvufta pek yüce mertebelere çıkmış olarak icâzetnâme aldı. Hüseyin Hamevî’nin halîfesi olarak Anadolu’da Kâdirî yolunu yaymak üzere vazifelendirildi.

 “Halk senin zâhirine de bakar. Onun için kıyafetini biraz düzeltmen lâzımdır. Şu hırkayı ve pabuçları al, giy”buyurunca, Eşrefoğlu hırkayı giydi, pabuçları da başına geçirerek; “Hocamın verdiği pabuç ayağıma değil, başıma olsa gerektir” dedi.

 Hocasının emri üzerine yola çıkmak üzere hazırlık yaptığı sırada, Hüseyin Hamevî’nin eski talebeleri aralarında; “Biz bu kadar zamandan beri hocamızın hizmetindeyiz. Bize himmet verilmedi. Bu Rûmî denilen ve Anadolu’dan gelen kimseye kırk günde hem himmet, hem de icâzet verildi. Bu nasıl iştir?” diye konuşuyorlardı. Hüseyin Hamevî, Allahü Teâlâ’nın izniyle bu duruma vâkıf oldu. Talebelerini toplayıp bir konuşma sırasında; “Yâ Rûmî! Bu kadar misafirimiz oldun. Sana bir ziyafet veremedik. Bir ziyafette bulunalım. İnşâallah ondan sonra gidersin” dedi. Yemekler hazırlanıp, talebeleri ile yeşillik bir yere gittiler. Hüseyin Hamevî suyu bulunmayan bir yerde oturulmasını emretti. Talebeleri; “Sultanım, burada su yoktur, namaz zamanı abdest almak icap ettiğinde sıkıntı çekeriz” demelerine rağmen Hüseyin Hamevî oturulmasını istedi. Talebeler hocalarının emri üzerine oturdular. Namaz vakti girince abdest almak icap etti. Hüseyin Hamevî, Eşrefoğlu hâriç bütün talebelerine su aramalarını söyledi. Talebelerin; “Sultanım burada su yoktur” demelerine rağmen; “Hele siz bir arayın belki vardır” buyurdu. Talebeler aramalarına rağmen bulamadılar. Bunun üzerine Hüseyin Hamevî; “Rûmî! Gerçi sen misafirsin. Misafire hizmet ettirmek doğru değildir. Bir de sen ara. Belki su bulursun” deyince, Eşrefoğlu; “Emriniz başım üstüne!” diyerek hemen aramaya başladı. Bir ağacın yanına gidip, teyemmüm etti ve secdeye varıp Allahü Teâlâ’ya şöyle yalvardı: “Yâ Rabbî! Hocam su istiyor. Lütfet, su ihsân eyle” Daha sonra başını secdeden kaldırdı. Secde ettiği yerden bir pınarın kaynadığını gördü. Hemen tası doldurup hocasına götürdü. Hüseyin Hamevî talebelerine dönerek; “Su olmadığını iddia ediyordunuz. Bakın Rûmî nasıl bulmuş!” dedi. Talebeler hemen suyun bulunduğu yere gittiler. Suyun daha yeni çıkıp akmaya başladığını görünce, hocalarının Eşrefoğlu’na himmet etmesinin sebebini anladılar.

 Hüseyin Hamevî, Abdullah’ı Anadolu’ya uğurladıktan bir müddet sonra, arkasından baktı ve: “Abdullah-ı Rûmî koca bir deniz imiş. Bizde bulunan her şeyi çekip sînesine aldı” buyurdu. Çocukları ile birlikte Ankara’ya giden Abdullah-ı Rûmî, kayınpederi Hacı Bayrâm-ı Velî’nin yanında bir müddet daha kaldıktan sonra İznik’e gitti.

 İznik’te önceleri münzevî, yalnız bir hayat yaşayan Eşrefoğlu, şan ve şöhretten hiç hoşlanmazdı. Kimsenin dikkatini çekmeden fakirâne bir hayat yaşadı ve insanlardan uzak kalmaya çalıştı. İznik’e Hama’dan bir zâtın gelmesi ile durum değişti. O zât herkese Eşrefoğlu’nun menkıbelerini anlatmaya başlayınca, İznik halkı kendisine hürmet ve itibar göstermeye başladı. Bundan rahatsız olan Eşrefoğlu Rûmî dağlara çekildi, tekrar uzlet hayatına başladı. Dağlarda dolaşırken bir köylü onu gördü ve suçlu sanarak yakaladı. Gayesi onu teslim edip mükâfat almaktı. Fakat onun şöhretini duyan köylünün annesi, kendisini tanıyınca mesele anlaşıldı, köylü ve annesi de Eşrefoğlu’na talebe oldu. Bunun üzerine İznik’e dönen Eşrefoğlu asıl vazifesi olan insanlara doğru yolu anlatmaya başladı. İlk talebesi olan ve kendisini yakalayan köylü O’nun için Pınarbaşı denilen yerde bir dergâh yaptırdı. Eşrefoğlu Rûmî burada talebelerine ders vermeye, Kâdirî yolunu yaymak için çalışmalara başladı. Talebelerinin nefsini terbiye etmek için, riyâzet ve mücâhedeler yaptırmaya, gurur, kibir, ucb gibi kalp hastalıklarından kurtarmaya büyük gayret gösterdi.

 Bir gece Eşrefoğlu Rûmî dergâhında ibâdet ediyordu. Bu sırada bir ışık peydâ oldu. O ışıktan şöyle bir hitap duyuldu: “Ey kul! Dile benden ne dilersen. Bütün haram olan şeyleri sana helâl kıldım” Eşrefoğlu bir anda Allahü Teâlâ’nın izni ile sesin sâhibi olan şeytanı yakaladı. Avucunun içinde sıkmaya başladı. O anda şeytan; “Yâ şeyh! Ne yapıyorsun? Allah bana kıyâmete kadar mühlet vermiştir. Sen ise beni öldürmek istiyorsun” deyince, Eşrefoğlu:“Ey mel’ûn! Sen benim talebelerimin ve dostlarımın imanlarına kast etmeyeceğine dair söz verirsen, salarım” dedi. Şeytan da; “Onların imanlarına kast etmeyeceğime söz veriyorum” dedi. Bunun üzerine Eşrefoğlu Rûmî; “Ey mel’ûn! Allahü Teâlâ ile olan ahdine vefâ etmedin. Benimle olan ahdine mi vefâ edeceksin. Bildiğin şeyden geri kalma” dedi ve saldı. Talebeleri; “Onun şeytan olduğunu nereden anladınız?” diye sorunca; “Bütün haramları sana helâl kıldım, deyince anladım. Çünkü Allahü Teâlâ’nın haram ettiği şeyler zâta mahsus değildir. Kıyâmete kadar bâkidir” buyurdu.

 Eşrefoğlu’nun gayretli çalışmaları ve büyüklüğü çevreden işitilmeye başlandı. Bursa’dan, İstanbul’dan ve diğer vilâyetlerden akın akın gelip talebesi olmakla şereflenmek isteyenler çoğaldı. Hatta Sadrâzam Mahmûd Paşa, onun talebesi olmak isteğinde bulundu. Onun yoluna girdi. Abdullah-ı Rûmî hazretleri, talebeleri arasında en ileri olan Abdürrahîm Tırsî’yi yerine halîfe, vekil bıraktı ve kızı Züleyhâ ile nikâhladı.

 Abdullah-ı Rûmî, Fâtih Sultan Mehmed Han’ın İstanbul’u fethinden önce Müzekkin-Nüfûs isimli bir kitap yazdı. Bundan ayrı olarak Tarîkatnâme, Delâlil-ün-Nübüvve, Fütüvvetnâme, İbretnâme, Mâzeretnâme, Elestnâme, Nasîhatnâme, Hayretnâme, Münâcaatnâme, Cinânü’l-Cenân, Tâcnâme, Esrâru’t-Tâlibîn gibi eserleri vardır.

Dîvânında pek güzel şiirler, kasîdeler bulunmaktadır. Yûnus Emre’nin şiirleri tipinde şiirler söylemiştir. Şiirlerinde, “Eşrefoğlu Rûmî” mahlasını kullanan Abdullah-ı Rûmî daha çok öğüt tarafındadır. Halk arasında en çok söylenen ve en meşhur şiiri “Tövbeye Gel”dir.

 

Gözün Aç

 

Gözün aç imdi uyan

Tevbeye gel tevbeye

Gaflet uykusuna kan

Tevbeye gel tevbeye

 

Nice bir nefs arzusu

Nice dünya kaygusu

Ya nice nice isyan

Tevbeye gel tevbeye

 

Ey dünyayı cem’ eden

Sonra koyuban giden

Olmadın sen peşiman

Tevbeye gel tevbeye

 

Verme dünyaya gönül

Nefsi ko Hakk’a ol kul

Tab ziyanı assı sen

Tevbeye gel tevbeye

 

Ne yatarsın tururu

Korku çoktur ilerü

Nagah göçer karüban

Tevbeye gel tevbeye

 

Gelenler kamu gitti

Sevdiğini terk itti

Girdiler kabre uryan

Tevbeye gel tevbeye

 

Dervişliğin yoluna

Aşk ile geldin ise

Geç bitmez endişeden

Tevbeye gel tevbeye

 

Eşrefoğlu Rumi sen

Nefsine ver tevbeyi

Nefsin eyle müslüman

Tevbeye gel tevbeye


Halis EŞREF diğer yazıları