Halis EŞREF

Ana, Biz Dilenci Değiliz; Senin Oğullarınız!

Ana, Biz Dilenci Değiliz; Senin Oğullarınız!

Kadınhanı istasyonunda indiler; ellerinde bavul, eşya, hiçbir şey yoktu...

Bir zamanlar bizim olan, endişeyle ve elemle andığımız Yemen sayısız gencimize mezar oldu. Yıllarca “Gece bir ses geldi derinden derinden / Beni mi çağırdı Yemen çöllerinden” diyen yaşmaklı kızlarımızın yürekleri orada çarpardı.

Cihan biliyor ki hiçbir milletin evlâtları onların şartlarında, onlar gibi savaşmadı; destanların en dokunaklısını arkasında bırakmadı. Ne hazindir ki şimdi o ıssız vadilerde, engin çöllerde ne mezar taşları ne de ziyaretçileri var…

Âdil ile Hüseyin…

Hüseyin, Âdil’in ağabeyi. Suriye’deki Dördüncü Ordunun emrinde Sina Çölü’nde savaşırken İngilizlerin kullandığı hardal gazından gözleri kör oldu. Kardeşi Âdil’in ise Yemen’de bir top mermisi sağ ayağını alıp götürdü.

Birbirlerinden ve vatanlarından ayrı geçen on yıl iki aylık bir süreden sonra Kahire’de “Heliopolis Esir Kampı”nda karşılaştılar. İngilizler savaş sona erdiğinde esir Osmanlı askerlerini bu kampta toplamıştı. Uzun süren kamp hayatından sonra nihayet bir gün memleketlerine dönme ümitleri gerçek oldu. Bir sabah koğuşları dolaşan kamp yetkilileri “Önce İskenderiye’ye oradan da vapurla memleketlerinize gideceksiniz.”dedi.

Günlerce süren vapur yolculuğuyla İzmir’e geldiler. Pek çoklarıyla beraber Âdil ve Hüseyin de burada indiler. Her baktıkları yerde Yunan askeri görüyorlardı; iskelede, yollarda sıkı kontrole tabi tutuluyorlar, esirlik belgelerini göstererek geçiyorlardı.

Hüseyin, Âdil’in kolunu hiç bırakmıyordu; tren istasyonuna geldiler; Kadınhanı’ndan geçecek trene bindiler. Vagonlarda ana baba günü yaşanıyordu; kompartımanlar, koridorlar, tuvaletin önleri esaretten dönen, bir uzvunu kaybetmiş, bir deri, bir kemik kalmış insanlarla tıklım tıklım doluydu. Âdil ile Hüseyin, koridorun bir kenarında yer bulup oturdular; acı bir düdük sesiyle takırtı başladı; herkes gibi onlar da uykuya dalıp dalıp çıkıyorlardı.

Kadınhanı istasyonunda indiler; ellerinde bavul, eşya, hiçbir şey yoktu; üzerlerinde parça parça olmuş yırtık yerlerinden dizleri, baldırları dışarı fırlayan, kirden renkleri tanınmaz hâle gelmiş asker elbiseleri, ayaklarında delik deşik olmuş çarıklar vardı.

Tatlı bir güneşin altında Kadınhanı seslerden, canlılıktan arınmış, sanki kabuğuna çekilmişti. Her yerde bir fânilik göze çarpıyor, belli belirsiz bir rüzgâr sararmış yaprakları okşuyor, kimisini düşürüyordu. Mahallelerden geçip eve doğru giderlerken tozlu kaldırımlarda Âdil kolundaki ağabeyi Hüseyin’in bir taşa, bir ağaca çarpmamasına dikkat ederek koltuk değneklerini ileriye atıyor, bir takırtıyla yol alıyorlardı.

Bahçeye girdiklerinde, anneleri samanlığın merdivenlerine oturmuş Ekim ayının ikindi güneşinde yün eğiriyordu. Pis partallar içinde bir körün, bir topalın avludan içeriye girdiklerini görünce, onları dilenci zannederek seslendi.

“Ev sahibi burada değil.”

Âdil görünce onu tanımış, Hüseyin de sesini teşhis etmişti. Âdil ona bakıyordu; siyah başörtüsünün sarmaladığı yüzünün çizgileri derinleşmiş, yanakları çökmüş, ağzında diş kalmamıştı. Üzerindeki entariyi de tanıdı; üç entarisinden biriydi, solmuş, iyice renk değiştirmişti.

Ona doğru yürüyorlardı. Sesini yükseltti, sinirlendiğini de açıkça belli ediyordu.

“Ne arsız adamlarsınız! Ev sahibi yok diyorum, anlamıyor musunuz? Başka kapıya gidin. Bıktım sizlerden.”

Hüseyin kendini tutamadı; kör gözlerinden iri yaşlar fırlarken bulanık sesi zehirli bir ok gibi annesinin yüreğine saplantı.

“Ana biz dilenci değiliz; senin oğullarınız!...”

Anneleri yerinden fırladı; yüzünde çılgın bir kıyamet koptu. Yüreğinden gelen sesi de acı ve merhamet yüklüydü.

“Ne!... Hüseyin, Adil!... Hüseyin, Adil!...”

Kucaklaştılar, anneleri onların yüzünü, kör gözlerini öpüyor, feryat figanla dökülen gözyaşları birbirine karışıyordu.

Ansiklopediler “Yemen’de ölen Türklerin sayısını tarih bilmiyor, öğrenmekten de korkuyor” derlerken nesillerle süren dramımızı anlatıyorlar; fakat hiçbir dram unutmak ve unutulmak kadar dramatik değildir…

 

(Mehmet Niyazi Beyefendinin “Ah!Yemen!...” isimli kitabından derlenmiştir.)

 


Halis EŞREF diğer yazıları