Doç. Dr. Abdulkadir MACİT

Ali Ulvi Kurucu ve Hatıraları

Ali Ulvi Kurucu ve Hatıraları

“Eski güzel adamlar, atlarına binip gittiler”

“Eski güzel adamlar, atlarına binip gittiler”

Elimizde mevcut olan hatıratlar bizler için hareketlere, fikri akımlara, tarihi vakıalara, medeniyet birikimlerine, kültürel kodlara dair rehber niteliği taşıyan önemli eserlerdir. Bunlar arasında son dönemin en dikkate değer olanı hiç şüphesiz Ali Ulvi Kurucu’nun 4 ciltlik Hatıralar’ıdır. Osmanlı sonrasında Mahir İz’in Yılların İzi, Celal Hoca’nın Hatırat’ı ve Ahmet Muhtar Büyüçınar’ın Hayatım İbret Aynası adlı hatıralarının sonrasında yazılan bu hatırat, önemli bir boşluğu doldurmuş olmaktadır. Nitekim kitabın satırları arasına baktığımızda ilim, edep, irfan, tarihimiz, dilimiz, edebiyatımız, hâsılı, “bizi biz yapan değerlerimiz”in olması bunun kanıtıdır. Yine satırlarına 80 yıllık bir hayatın (1922-2002) naif ruhaniyeti sinmiş olan bu hatırat, Ali Ulvi’nin doğumundan vefatına kadar, İslam dünyasının bütün meseleleriyle yakından ilgilenen bir vicdana ve derin çözümlemeler getirebilecek irfana sahip bir eser hüviyetiyle önemlidir. Yine bu eser, elli altı talihli ve güzel yılı “Ravza-i Nebevi"ye bitişik Şeyhülislam Arif Hikmet Bey Kütüphanesi’nin müdürlüğü ile geçen hikmetli bir ömrün mahsulatı olması itibariyle değerlidir.

Kitapta bizi biz kılan zengin ayrıntılar var

Bu eseri diğer hatıratlardan ayıran önemli özelliklerinden birisi bütün ciltlerinde Ali Ulvi üzerinden devrin önemli simalarını tanıyor olmamızdır. İlk ciltte Konya’da İslami uyanışın öncüsü mücahit-âlim bir aileden tevarüs edilen ilim ve irfandan bahseden Ali Ulvi, yakın tarihimizi isabetle anlamlandırmamız için bize küçümsenemeyecek delil ve ipuçları sunmaktadır. İslam Tarihi’nde husûsen Hz. İbrahim ve ailesinin, Hz. Ebu Bekir ve ailesinin yüklendiği tarihi misyonu, Hacı Veyis Efendi ve oğulları Hacı Veyis-zade İbrahim Efendi ile Hacı Veyis-zade Mustafa Efendi’de görmekteyiz. Şüphesiz bu kişilerde Allah rızası, ilim ve samimiyet en önemli payedir.

İkinci ciltte tarihin çok kez dönüm ve akış noktalarında, tarihin kahramanlarıyla yan yana düşen Mısır yıllarını görüyoruz. Dönemin aslında hicret yurdu mesabesinde olan Mısır’da sözgelimi Şeyhü’l-İslâm Mustafa Sabri, Zahidu’l-Kevseri, Mehmet Akif Ersoy, İhsan Efendi gibi insanların menkul hatıratına canlı kaynak olmuştur. Ayrıca Hasanü’l-Benna üzerinden İhvanü’l-Müslimîn hareketine ve Mısır’daki idare ile Müslümanlar arasındaki ilişkilere tanıklık etmektedir.

Geriye kalan iki ciltte ise Ali Ulvi’nin çağlarına, coğrafyalarına ve tarihe renk ve anlam katan yakın dostlarının, hocalarının, talebelerinin resmi geçit yaptığı samimi diyaloglar çok zengin bir halde takdim edilmektedir. Örneğin, Türkiye’deki isimler arasında zamanının irşad kutbu M. Sami Ramazanoğlu, Şeyh M. Zahid Kotku, Ladikli Ahmed Ağa; Hint coğrafyasının mühim âlimlerinden Ebul Hasan Nedvi, Filistin müftüsü Şerif El-Hüseyni hemen ilk etapta dikkat çeken isimlerdir. Ayrıca Abdülgaffar Abbasi, Şıh Muhammed'ül Gazalî, Ali Yakup, Mustafa Runyun, Miralay Sadık Beyler. Her biri ile ilgili çok değerli münasebetlerinden bahseden Ali Ulvi, bu insanların kanaatlerine vakıf olması ve bunları aktarması ile gerçekten çok hayati bir rol üstlenmektedir. Misal olarak; Süleyman Nedvi'nin Osmanlı hakkındaki takdirkâr ifadelerini zikrediyor. Nedvi, Osmanlı’nın İslâm'ı sahabe-i güzîn gibi anladığını söylüyor, "Çok büyük ecdadınız var. Hilafeti üzerine alarak tüm İslâm âleminin sorumluluğunu omuzlarına almış. Çocuklarımıza sizin atalarınızın ismini koyuyoruz". Zikrettiğimiz bu isimler Ali Ulvi’nin ifadesiyle “Güneşin batışını gören” yani Osmanlı Devleti’nin çöküşüne ve sonrasında İslam beldelerinin her karışının işgal sürecine tanıklık eden nesildir. Ancak kendi şartlarında verdikleri mücadele ile aynı zamanda numune-i imtisal olan nesildir.

Sanki Başka Bir Âlemden Yansımalar

Eserin hülasası olarak "Müslüman dünyasının derdi çok büyük" mefhumu Ali Ulvi’nin bizlere hatırlattığı önemli bir hakikattir. Şıh Muhammed'ül Gazalî, El-Muslimun adlı dergi için Ali Ulvi’ye yazarlık teklif ettiğinde şu cevabı alır: "Siz benden tatlı hayâl istiyorsunuz, ben ise acı hakikatlerle doluyum. Razı iseniz yazarım." Bu acı itiraf, Osmanlı sonrasında işgal edilmemiş bir karış toprağı kalmayan İslam beldelerinin tablosuna ve dertlerine Müslümanların kavşak noktası mesabesinde olan Arabistan’dan şahitlik etmenin bir yansımasıdır. Eserin satırları arasında korku ile ümit arasında bir psikoloji içerisinde; "Allah'tan ümid kesilmez ancak kaynaklar kurumuştu. Konya'nın Kapı Camii'nde biz Ramazan aylarında ikindiden sonra mukabele okur idik. Ben 10 yaşımda hıfzımı tamamladım. Oraya mukabele dinlemek için üç lise talebesi gelirdi. Yaşlı cemaat sanki fetih ordusunu karşılar gibi bunlara ayağa kalkardı. 'Allah Allah, hem lisede okuyor, hem de camiye geliyor!' derlerdi. Bu manzarayı gören insanın hâlet-i rûhiyesi ne olur, tabii ki bir nevi ümidsizlik. Fakat Allah'ın da va'di var, her ne kadar istemeyenler olsa da nûrunu tamamlayacağını müjdeliyor" gibi bir nevi ümitsizlik, "İslâm âleminde, bilhassa vatanımızda uyanan bir ilim, iman ve irfan gençliği görüyorum. Bunların yetişmesiyle rûhum aydınlanıyor. Bu nesil için 1939'dan beri duacıyım. Böyle bir gençliğin yetişmesini istiyordum, görmekle bahtiyarım" gibi her şeye rağmen tatlı bir nevi sevinç taşıyan cümleler geçiyor.

İlim aklın ibadetidir

Bu satırların yazarının gönül ikliminde eserin bıraktığı en kalıcı izlerden bir tanesi, ilim öğrenmenin ve ilim üzerinden İslam’a hizmet etmenin ne denli önemli olduğunu örneklikleri ile ortaya koyan pek çok gaye ve yüksek vasıflı insana dair sunduğu hayat kıssalarıdır. Bu hususta evvela vurgulanması gereken isimler; ilme daha çok vakit ayırmak için sabahtan bulguru ıslayarak öğlen, üzerine biraz tuz biber katarak onu kendisine aş eden Hacı Veyis-zade Efendi, okumak ve okutmak için gecesini gündüzüne katan Hacı Veyis-zade Mustafa Efendi, zindana atıldığında dahi yazmayı bırakmadan yazdıklarını kibrit kutusuna saklayarak muhafaza eden Mustafa Sabri Efendi, yazı yazmaktan acıkan ve kebap ısmarlamak isteyen talebesine “Sepette kuru pide var, mangalda et suyu var, tel dolapta yoğurt var. Ekmeği böl, et suyunu dök, yoğurdu da koy. Ne niyetle yersen o olur” diyen Bediüzzaman Said Nursi, ilme ayırdığı vakitten nafile ibadete zaman ayıramayan Zahidü’l-Kevseri ve yatsı namazından sonra oturarak sabah ezanına kadar Riyazu’s-Salihin okuyan Saatçi Osman Efendi’dir. Bu örnekler itibariyle, şimdi, hayatı bir tiride ve bulgur pilavına indiren, zindanda dahi ilim ile meşgul olan, ilim öğrenmek, öğretmek ve onunla amel etmek uğruna gecesini gündüzüne katan insanların kimseye minneti olur mu!

Hülasa olarak, bu hatıralar hem Ali Ulvi’nin kendi gözüyle hem de çevresinin gözüyle bizlere bir devrin (1930-2000) tanıklığını yapmaktadır. Bu sayede bu hatıralar, İslam ve Osmanlı ilim geleneğinin yaşanması ve yaşatılması adına yapılan ihlas dolu çalışmalara şahitlik etmektedir. Bu haliyle geçmiş zamanın daha iyi anlaşılmasına katkı sağlamaktadır. Bütün bu zikrettiğimiz çalışmalar sistemli bir baskıya karşı özelde Hacı Veyis-zade ailesinin genelde ise tüm isimlerin dayanması, sabrı ve metaneti, taviz vermeyen tavırları sayesinde ortaya konulmuştur. Ayrıca bu çalışmalar had safhada olan bir şükür hassasiyeti ile tezyin edilmiştir. Bizim kanaatimiz odur ki, bu hatıralarda ilim, edep, irfan tarihimiz heyecan uyandırırken, bunlardan bugünkü yokluklarımız ise yüzümüze tüm yakıcılığı ile çarpıyor. Bunun önemli saiklerinden birisi olan Cumhuriyet tarihinin hazin öyküsünün bir yansımasını da bu hatırat gözler önüne sermektedir.

"Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş..."

Edebî bir zevk ve ilahi bir aşk kokusu içerisinde bir araya getirilerek kaleme alınan bu hatıralar için Ali Ulvi’yi ne kadar hayırla yad etmek gerekirse Ertuğrul Düzdağ’ı da bir o kadar yadetmek durumundayız. Zira bin bir türlü meşakkat ile ses kaydı alarak bunları derleyen, tanzim eden ve neşre hazırlayan engin gayreti ve feragatiyle Düzdağ, bizlere şaheser hayatlardan müstesna portreler sunmakla tarihi bir vazife deruhte etmiş olmaktadır.


Doç. Dr. Abdulkadir MACİT diğer yazıları