14 Aralık 2024
Nasıl Bir Medeniyet?

Kaybolan yıllar, boşa çıkan umutlar ve yok edilen nesiller, en pahalısı da aşınan değerler...

Çağdaş dünyanın en ciddi problemlerinden biri, bireyselleşen ferdin yalnızlığıdır. Belki de tüketimden daha fazla pay almak gibi bir bencilliğin ortaya çıkardığı bu çağdaş hastalık, paylaşımın getirdiği aritmetik somut eksileri hesaplarken, bölüşme ve diğergam olmanın insanoğluna sunduğu hazzı, mutluluğu, mütebessim çehrelerden dua eşliğinde yükselen pozitif enerjinin geometrik soyut artılarını görememiş veya görmezden gelmiştir.

Çok veciz bir değerlendirmeyle doğu-batının en temel farkı; doğu, suje/insan merkezli bir medeniyettir, batı ise obje/eşya merkezli bir toplumdur. Doğunun değerler sistemi insan eksenli gelişirken, batı merkeze nesneyi oturtmuştur. Bu perspektif birine insanı üretme misyonu yüklerken, diğeri bütün enerjisini eşyayı üretme yolunda tüketmiştir.

Bireyselleşerek mutlu olmayı hedefleyen insan, sadece somuttan hareket ederek, üretim-tüketim ilişkisinin dışındaki verileri yok saymış veya hesaba katmamış ve neticede hayal kırıklığının yanında çok pahalı bir bedel ödemiştir. Kaybolan yıllar, boşa çıkan umutlar ve yok edilen nesiller… En pahalısı da aşınan değerler…

Değerler erozyonu bugünden yarına sonuçları görülebilen bir mevzu teşkil etmez. Toplumların ortak paydasını teşkil eden değerler aşınmaya görsün, bir daha yerine koymak çoğu kere aynı nesillere nasip olmaz. Bu mümkün olmayınca da bozulup dağılan tuğlalar misali, toplumları oluşturan ferdin, toplumun çözülmesine zemin hazırlayan çürümesi kıyametin, toplumsal kıyametin başlangıcını hazırlar. Toplumsal kıyamet sonrasında enkazın üstünde nasıl bir ufuk ve gelecek belirir, işte enkazın altında kalanlar kesinlikle bu sürecin belirleyicisi olamazlar. Enkaz ve harabe olmadan iradelerini sonuna kadar kullanma hakkına sahip olanlar zamana karşı sorumlu ve saygılı olmalıdır. Aksi halde hem zamanı hem de zemini kaybederler. İşte bu, tam anlamıyla bir toplumsal kıyamettir. Toplumların çöküşü, zemini kaybedenlerin hikâyesi… Zemini kaybeden toplumların yeryüzündeki macerasına bakılırsa, halen yaşayan örneklerinin ne denli bir dengesizliğin içinde yeni erozyonların habercisi olmaya devam ettiklerini büyük bir endişeyle müşahede etmekteyiz. Yer kabuğunun hareketindeki dinamizme denk fıtratın kendisine sunduğu misyona uygun bir ahengi yakalayıncaya kadar başını taşlara vurup uçurumlardan yuvarlanmaya devam edecektir. Ancak bu esnada evreni de deprem ve felaketleriyle sarsacak ve evrendeki herkes de duyarsızlığının ve bana neciliğinin bedelini ödemeye devam edecektir. Belki de yukarıda sayılan olumsuzlukların neredeyse tamamı hiç de hesaba katılmayan bencilliğin getirdiği sonuçlar… Dahası var. Bugünün modern ve çağdaş dünyası ruhsal rahatsızlıkların ve psikolojik depresyonların artış gösterdiği mutsuz bir insan profili sunmaktadır. Yanlış tercih olan bireysellikten, toplumsallaşmaya kadar fert ve toplumun ahenk içinde uyum ve hukukuna riayet eden adalet toplumuna giden yolu bilgelerin izinde yeniden keşfetmeliyiz. Herkesin ve her şeyin hukukuna riayet şeklinde özetleyebileceğimiz İslam kültüründe “Allah’a saygı ve yaratılmışlara şefkat ve merhamet”(Keşfu’l Hafâ, II, 544) hadisi ve Yunus Emre’de “Yaratılanı hoş gör Yaradan’dan ötürü” ifadesiyle formüle edilen anlayışın yeniden keşfedilmesi, yaşanılabilir bir dünya için elzemdir. Bu “kaybolan iksirin” bir âb-ı hayat gibi toplumun tüm fertleri tarafından yudum yudum, kana kana içilmesiyle mutluluk toplumuna ulaşabileceğimizi bilmek zorundayız.

Yüce Peygamber; kaba, sert, haşin, kırıcı, yontulmamış, çiğ, densiz, sözünü bilmez, müsamahasız, acımasız, zalim, kibirli ve katı kalpli duyarsızlığın insanı dünya ve ahirette cehennemî bir hayata ve körlüğe mahkûm edeceğini hatırlatmıştır. Yine dış görünüşü itibariyle, hiç kimsenin herhangi bir kıymet vermeyeceği öyle pejmürde insanlar var ki, onların harabeler gibi ne hazine ve cevherler saklıyor olabileceğini ve ehli cennet olduklarını ihtar etmiştir. Hz Peygamber, her şeyin dış görüntüden ibaret olmadığını, dış görünüşünden dolayı küçümsenen insanların Allah katındaki değerine değinerek asıl muhtevada saklı güzelliklerin fark edilmesini bize öğütlemiş, kibirden uzak durmak suretiyle hem dünyayı hem de ahreti mamur edecek bir ahlâki erdemle var olmak gerektiğini vurgulamış, nazik, nahif, zarif, ince ve narin gönüllü ve duyarlı olmayı teşvik etmiştir.

Hayat yeniden tecrübeye imkân vermeyecek kadar kısa, tarih buna gerek duyurmayacak kadar bol malzeme saklamaktadır. Aşınan değerleri yeniden fark etmeliyiz. Bütün samimiyetiyle ve içtenliğiyle… Makyavelist/pragmatist bir oportünizm/fırsatçılık kolaycılığıyla değil, tam bir içtenlikle değerler üzerinde yükselen bir toplumun inşası zaruridir. Bu yolun çizgisi ve tecrübesi, tarihin derinliklerinden günümüze ulaşan, en yüksek seda ile halen kendisinden en çok söz edilen çizgidir.

Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi;

İşte iz…

Geliniz

Toprak post

Allah dost…

Hep düşündüğüm ve sorduğum bir soru vardır. Hz. Peygamber ve öğretisi nasıl bir insanı önceliyor? Mutlu mu, mutsuz mu? İyimser mi, kötümser mi? Optimist mi, pesimist mi? Yarısı su dolu bir bardağa baktığında; ‘bardağın yarısı dolu’ diyen biri mi, yoksa ‘bardağın yarısı boş’ diyen biri mi? Yılların kazandırdığı birikimden öğrendiğim kadarıyla, “kimseye eliyle ve diliyle zarar vermeyen erdemli bir insan yetiştirme azmiyle hayatını insanlığa adamış olan Hz. Peygamber’in kişisel tavrı ve mütebessim çehreye dair öğretileri, iyimserliği tercih ettiğini ve öncelediğini göstermektedir.

Bir medeniyet projesinin en vazgeçilmez unsuru da ifade edilen değerleri özümsemiş ve erdemleriyle var olma çabasından mutluluk duyan yetişmiş insandır. Dünyanın her yerinde her yaştan, her cinsten, her ırktan ve her meslekten insanın neredeyse tamamının mutsuz bir şekilde bir şeylerin peşinden koştuğunu, sızlanıp şikâyet ettiğini müşahede etmekteyiz. Kimi kişisel, kimi sosyal, kimi küresel kimi de çevreyle ilgili beklenti ve taleplerini dile getirmekte ve bunlar için çeşitli eylemler düzenlemektedir. Oysa görünüşte sahip olduklarına bakılırsa, geçmişte yaşayanlarla mukayese edilemeyecek kadar çok şeye sahipler. Yine de bu olgu onları mutlu etmeye yetmemektedir.

Gerekçesi ister sahip olduklarıyla yetinmeyi bilmemek, isterse sahip olduklarının değerini bilmemek olsun, her halükârda sonucun şikâyet ve sızlanmak şeklinde tezahür ettiği bir vakıadır. Mevcut pek çok kurum, şahıs ve bilim adamı, konuyla ilgili tahlil, tespit ve girişimlerde bulunmakta ve bu konuyla ilgili duyarlılıklarını dile getirmektedir. Gerçek şu ki, tek teselli ve ümit verici ameliye de işte mevcut bu duyarlılıktır. Bir de o olmasa… Tahayyül etmek bile istemem. Yoksa insanların mutluluğunu başarabilmiş bir sonuç ortaya konulabilmiş değildir.

Çeşitli felsefi akımların sözcülüğünü yaptığı düşünce sistemleri, kısmen veya tamamen kendisine bazı coğrafyalarda hayat hakkı ve uygulama şansı bularak insanlığa kısmen bir tecrübe şansı sunduysa da, bir daha hiç kimsenin hatırlamak bile istemediği bir hayal kırıklığından başka bir hatırası maalesef kalmamıştır. Kişisel özgürlüklerin en yüksek sesle dillendirildiği bir çağ olarak kayıtlara geçen iki yüzyıllık mazi de belki tarihin hiçbir döneminde görülmediği kadar insanın ve doğanın tahrip edildiği zaman dilimi olarak tarihin karanlık sayfalarında kendine kayıt düşmüştür.

Yanlış da olsa toplumsal tabuları değiştirmek çok zordur. Bu zorları başarmak herkese nasip olmaz. Toplumsal hayatın bütün davranış biçimlerine ait örnekleri, Hz. Peygamber’in öğretilerinde görmek mümkündür. Her defasında O’nun (s.a.v) zor ya da kolay demeden hep doğruyu ve adil olanı tercih etmesi ve sonuç alması bize çok güzel ve umut dolu bir örneklik teşkil etmektedir.

Vahyin öncülüğünde erdemlerin ve değerlerin vazedicisi Yüce Allah’ın huzurunda söz vererek ‘baş üstüne’ deyip boyun eğerek, hiçbir olumsuzluğa aldırmadan ve bahane üretmeden fert ve toplumun ortak paydasını adalet ilkesine dayalı bir zeminde yeşertmek mutluluk iksiridir. İşte bu iksirin sunucusu Hz. Peygamber’dir ve ilk örneği de yine kendisidir. İşte sunduğu iksirin ana hatları, işte örnekleri…

Cahiliye devrinde, bizzat kendi toplumunda bütün vahametiyle geleneksel ayırımcılık gören kadın, kız çocukları söz konusu olduğunda daha katı ve acımasız kuralları olan bir sosyo-kültürel panoramayı yansıtıyordu. Öyle ki, diri diri gömülmekten, bir arada bulunmamaya özen gösterilen ve utanılacak bir nesne imiş gibi kabul edilmeye kadar pek çok ayrımcılığın dipdiri olduğu bir sosyo-kültürel gerçeklik… Hz. Peygamber bu çirkin telakkileri değiştirmede fevkalade kararlı ve başarılı olmuştur. İnsanlık, yüzyıllar sonradan kendi kültüründe farklılaşan bu telakkilerin bir zamanlar çok canlı birer sosyo-kültürel figür olduğuna inanmayı bile aklına sığdıramamıştır. Ancak ne yazık ki, günümüz modern dünyasının çağdaş! bir üyesi olan Hindistan’da ortaya çıkan cahiliye devrine benzer davranışın halen devam ettiğinin korkunç bir örneğini göstermiştir. 10 milyon kız çocuğunun doğar doğmaz ağzına toprak doldurarak öldürülmesi, çok korkunç bir cahiliye ayrımcılığının çağdaş örneğidir. Diğer medeni dünyanın da, ağzına toprak doldurmasa da daha iyi şeyler yaptığını söylemek gerçekten güç.

Çok basit bir örnek gibi düşünülebilir ama bir zamanlar yasal olarak çok ciddi suç sayılan şeylerin; mesela paranın değerini koruma kanunu çerçevesinde cebinizde döviz bulunduğunda olmadık cezaların ve hukuki süreçlerin ıstırabını yaşayan insanların milyonlarcası halen hayattadır. Ancak böyle bir yasanın çeyrek yüzyıl önce son derece sert müeyyidelerle yürürlükte olduğunu şimdilerde gençlerin hangisine anlatsanız alaycı bir tebessümle karşılaşıyorsunuz. Küçük bir örnek… Maalesef toplumsal süreçler galiba biraz da komik olan ama son derece ağır işkence ve zulümlerin yaşandığı değişim süreçlerini ihtiva etmektedir.

Pek çok insanın saygı ve hürmetinden dolayı kendisine soru yöneltmekten bile hayâ ettiği vakur bir şahsiyet olan Hz. Peygamber’i, Medineli küçük kız çocuklarından biri elinden tuttuğu gibi ardı sıra istediği yere çekip götürürdü. En üst düzeyde erdemin timsali, aynı zamanda protokolün bir numarası Zât’ın gösterdiği incelik, nezaket, zarafet, belki de geçmiş yıllarda uğradıkları zulüm ve haksızlıkların bedelini ödemek gereğini ima edercesine daha bir mahcup ve utangaç bir edayla, toplum nazarında itilmiş, kakılmış, ötelenmiş küçük bir kız çocuğunun elini uzatmasına hiç ses çıkarmadan boyun bükerek “emrin olur” tavrıyla, yaşayarak ve örnekleyerek, oradaki bütün kanaat önderlerinin önünde sergilediği bu sessiz çığlıklar, onlara uygulanan zulmün sonunu getirdi. Zira Hz. Peygamber’in sessizce elini tutup peşi sıra yürüdüğü küçük kız çocuğuna haddini bildirip onu azarlamak kimin haddine! Artık o herkesin hayranlık duyduğu, Hz. Peygamber’i elinden tutup, peşi sıra götüren sevimli küçük kız… Kim bilir, yumuk yumuk, boğum boğum küçücük elleriyle muhtemelen elini kavrayamadığı engin sevgi ve saygı abidesinin belki de parmak uçlarından birini sımsıkı kavrayarak peşi sıra alıp götürdüğü sevimli afacan… Ve “büyük zulmün” lağvedilmesinin isimsiz sembol kahramanı… Bu isimsiz yavruyu herkes, temsil ettiği binlerce hatta günümüz çağdaş! dünyasında milyonlarca mazlumun mağduriyetini gideren Hz. Peygamber’in, sanki sahabenin ileri gelenlerinin de bulunduğu bir ortamda ilahî iradenin tecellisiyle kendiliğinden ortaya çıkan ve herkese ilan edilen “zulmün lağvediliş seremonisi” gibi geçit resminde yer alan sevimli, şirin, cesur küçük kız olarak hatırlamakta ve kıyamete kadar da hatırlayacaktır… Ensârın hicrette müslümanlara gösterdiği hamiyetperverlik ve misafirperverliğin karşılığı olarak Hz. Peygamber onlara karşı çok candan, mütevazı, vefalı, medyun-i şükrandı. Hatta çocuklarına karşı bile… Özellikle ötelenip itilip kakıldıkları onlarla oturup kalkmanın, konuşup sohbet etmenin yadırgandığı bir sosyo-kültürel atmosferde kız çocuklarına daha çok ilgiydi. Genelde tüm çocuklara sevgi, mal-mülk paylaşımında eşit davranılmasını öğütleyen Nebi (a.s) özelde kız çocuklarıyla alakalı olarak “Eğer tercih etmem söz konusu olsaydı kız çocuklarını tercih ederdim” buyurmakla ayrıca “İki ya da üç kız çocuğu olup ta onları güzel bir eğitim-öğretim ve terbiyeden sonra hayata hazırlayıp iaşe ve ibadetleriyle en güzel şekilde ilgilenen ve sevgi muhabbette kusur etmeyen ebeveynin cehenneme girmemeleri için siper olacaklarını” ifade etmekle belki de pozitif ayrımcılığın ilk uygulayıcısı idi.

Erkeklerin aksine kız çocuklarına uygulanan kötü muamele, haksızlık ve ayrımcılığın haklı ve adil bir zemine yükseltilmesi, bu haksızlığa son verilmesi için Hz. Peygamber’in bilfiil müdahil olduğunu ilan etmesi, halen mazlumların yüreğine teselli tohumları eken kurtarıcı bir kahramanın ‘işte geldim’ haykırışına denk bir teselli idi. Bu sebeple belki de Hz. Peygamber’i en yüksek tondan “Allah’ım! İki zayıf ve güçsüzün hakkını almaya ve korumaya kararlıyım: Yetim ve kadın…” diye haykırmaya mecbur eden ilahi irade, ona mevcut zulmü hem davranış hem de sözleriyle ortadan kaldırmaya yönelik olarak ümmetine örneklik sorumluluğu yüklemiştir.

Aşınan ve toza toprağa karışan daha nice yüce değerlerin, bizi biz yapan, bizi millet yapan, üstelik tarihin hafızasına silinmez harflerle kazınan övünç tabloları hediye eden bir millet haline getiren yüce değerlerin daha nicesi aşınmaya devam ediyor. Bunların ardından ağıt yakmaya devam etmek yerine onları tanıyıp anlamalıyız; aşınmalarına engel olmalıyız; onları güncellemeliyiz. Her dem taze, tap taze olan bu değerlerle güncellenmeliyiz.


Prof. Dr. Ali AKYÜZ diğer yazıları