Hüdai Yolu

Kanal harekatında sağ omzundan, sağ kürek kemiği üzerinden hilal şeklinde ağır yaralanan Ahmet Hüdai Hazretleri o günleri şöyle anlatır...

Bazen üç bin metre ötede değil de en yakınınızdadır... Nasip olmayanda olmuyor işte... Yine yâdıma düştü erenler ve evliyalar sarayının sultanlarından Ladikli Ahmet Hüdai Hz. Bu seneki sıla yolculuğumuz daha meşakkatli bir o kadarda bereketli geçti elhamdülillah. Ne kadar da niyetimizi alsak rotamızı belirlesek te bir türlü Sivas’tan Konya ya Hüdai yoluna düşmedi yolumuz. Huzurunda bulunmayı nasiplenmeyi ne çok isterdim… Bu sene yaz tatilinde ne edeceksiniz? Deniz var mı planınızda diyorlar… Var diyorum var… Herkesin bir denizi var. Buyurun naçizane Hüdai yoluna düşsün kervanımız…

Okuma yazması olmayan velakin manevi ilim, irfan ve hikmet ehli, vera sahibi… Aşk ve muhabbet deryasında kaynayan, Rical-i Gayb erlerinden (işlerine akıl, sır ermeyen) Allah dostlarından biri Ladikli Ahmet Hüdai Hz. Konya’nın Sarayönü kazasına bağlı, Ladik Kasabası’nda dünyaya teşrif eder. Ve orada büyür orada yetişmiştir. Kendisi çok küçük yaşlardan beri çobanlık yapıyordu. Kendi tabiri ile çoban Ahmet diyordu… Babası üç evladını da “Vatan için, din için, mukaddesat için, Allah rızası için, ya şehit olun yada gazi olun” duaları, niyaz ve tembihatlarıyla kucaklayarak cepheye gönderir. Ladikli Ahmet Hüdai Hazretleri önce Balkan harbine girmiş, {Çatalca ( 17-18 Kasım 1912) İşkodra ( 28 Ekim 1912-23 Nisan 1913) savaşlarına katılmış. } arkasından birinci cihan harbi patlak vermiş ve ona katılmış, daha sonrada milli mücadele yılları başlamış ona iştirak etmiştir. Mısır tarafındaki yakada İngilizler o devrin en modern silahlılarıyla donatılmış pusuda bekliyorlardı. karanlığı yırtan bir ses, geceyi gündüze çeviren bir ışık huzmesi ve pusuya düşürülen seferi kuvvetler…

Kanal harekatında sağ omzundan, sağ kürek kemiği üzerinden hilal şeklinde ağır yaralanan Ahmet Hüdai Hazretleri o günleri şöyle anlatır:

“Şimdiki Yahudilerin yerleştiği Gazze şehri civarında, İngilizlerle harp ederken mensup olduğum birlik İngilizlerce pusuya düşürülmüş, birliğimiz makineli tüfeklerle taranıp tamamına yakını şehit edilmiş bir kısmı da yaralanmıştır.

Bende vurularak çöle düştüm. Yanımdaki arkadaşlar da peş peşe vurularak üzerime düştüler ve şehadet şerbetini içtiler. Şehit ve yaralı arkadaşlarımın arasında sıcaktan kavrulan kumların üzerinde, bir taraftan susuzluktan yanıyor, bir taraftan da kanayan yaralarım sızlıyordu. Artık Mevla’ma yönelmiş, şehit olarak O’ na kavuşma anımı bekliyordum. Bulunduğumuz mevki esas itibari ile birliğimize üç günlük yol bu arada hiçbir canlı yok. Kuş uçmaz, kervan geçmez. Ben böyle çaresiz ve baygın bir vaziyette yatarken, sabaha karşı üzerime yağmur çiselemişi bu yağmurun serinliği ile kendime gelmiştim.’’

 Hüdai Hazretleri o anı şöyle dile getiriyor:

‘Nerelerden kurtarır Mevla insanı, hem susuz hem püryan giderken çöle.

Düşmüşüm kalmışım hayırlı ele, kalbim Mevla ile olursa bile,

nice ol çöllerde kalır Hüdai. Sıcak kumlar üzerinde, al kanlar içerisinde

şehit olmayı bekler iken, nihayetsiz kerem sahibinin Kudret ve Vefa eli bize erişti…’

 

Beyaz bir at üzerinde nurani yüzlü bir zat bana doğru yaklaştı ve bana gayet yumuşak ve müşfik bir sesle:

-“Es selamünaleyküm… Ahmet yaralandın mı? Kalk bakalım yanıma gel” dedi.

Bana doğrudan ismimle hitap ederek selam vermesi karşısında çok rahatlamıştım. Başımı kaldırdım:

-“Ve aleykümselam, yaralıyım, mecalim yok, kalkamıyorum” dedim.

Atından inip yanıma geldi, beni sıkıştıran şehit arkadaşlarımı üzerimden birer birer çekti. Vücudum al kanlar içerisinde susuzluktan yanıyordum.

-“Ahmet, sana su vereyim mi?”

Deyip atının terkisinden aldığı su dolu matarayı bana uzattı. Susuzluktan yanan bağrıma, o vefa elini verdiği hayat ve aşk bahşeden şifa suyunu içtim… Kana kana…

Mübarek Zat Ellerini sızlayan yaralarım üzerimde gezdirirken, ağrı ve sızılarım duruyor taze hayat buluyordum işte o su beni başka bir aleme götürdü.

Bana ne oldu ise Rahman’ın Vefa elinden içtiğim o hayat ve aşk bahşeden sudan sonra oldu… Sonra beni kaldırıp atını terkisini aldı. En yakın, üç günlük yoldaki genel karargaha götürdü. Bu yolu nasıl, ne zaman geldiğimiz bilemedim. Karargahın yakınına atının terkisinden beni indirdi. Bir değneğe kırmızı bir bez bağlayıp askerlere salladı. Ayrılacağımız zaman beni getiren bu Zat’a:

  • “Efendim sizi bir daha görebilecek miyim?” dedim. Mübarek Zat bana:
  • “Ahmet Eğer sen Hak rızası için yaşarsan her zaman seninle beraberiz. Yok, öyle yaşamazsan, bu son görüşmemiz olur.” dedi ve ilave etti…”
  • “Askerler gelip seni alınca sana inanmazlar. Onlara beni nöbetçi subaya götürüp, dersin. Hadiseyi nöbetçi subayına anlat benimde selamımı söyle!”

Dedi ve kayboldu. Askerler bir sedye ile gelip beni aldılar. Beni götürürken parola soruyorlardı fakat ben cevap veremiyordum. Birliğimi söyledim ama inanmadılar.

- “O birlik vurulup yok edilmiş. Hem sen kurtulduysan, senin söylediğin birlik buraya üç günlük yol. Nasıl geldin? Dediler.

Bende:

-“Siz beni nöbetçi subayına götürün” dedim.Askerler beni nöbetçi subayına götürdüler.

Nöbetçi subayı, ehli hal, aşık bir kimseymiş. Ben nöbetçi subayına birliğimizin başına gelenleri, yaralanıp düştüğümü, beni kurtaran Zat’ın gelişini ve durumunu anlatırken subay heyecanlanıyordu… kendisine;

-“Beni kurtaran Zat’ın size selamı var! Deyince nöbetçi subayı bana hürmet etmeye başladı ve:

-“Nasıl oldu, bir daha anlat!”

Diyerek üç kere tekrar ettirdi. Her tekrar edişimde ayrı bir heyecan duyuyordu. Hemen beni Kudüs’te bir hastaneye (Hilal-i Ahmer) kaldırdılar, tedavi alıp yaralarımı sardılar.  Yaramı saran doktor işin farkına varmış olacak ki, beni bu günlük yolu bu yaralı halimle nasıl geldiğime şüphe ile bakanlara:

-“Sizin burnunuz koku almıyor mu? Şu hastanın kokusuna bakın. Hastaneyi misk-i amber kokusu sardı” diyordu.

Ben hastanede bulunduğum müddet içerisinde, Hocamla (Hızır AS) bir iki defa görüştük. Hocam bana:

-“Ahmet, terhis olup memleketine gittiğinde, ben yine gelip seni bulacağım merak etme!” Dedi ve gitti.

Ahmet Hüdai Hazretlerini yarası ağır. Tabipler sürekli başındalar. Tedavi için çalışıyorlar. Hasta yatağında mecalsiz bir şekilde yatarken, cephedeki arkadaşlarını (yarenlerini) düşünüyor ve hemen o haliyle cepheye gitmek istiyordu. 

Ahmet Hüdai hazretleri:

“İşte Hocamın bana çölde yaralı iken gelip kurtardığı sırada verip içirdiği, bana hayat bahşeden o sudan sonra bende bir aşk başladı. Aşk ateşi, günden güne benim sinem yakmaya ve beni dağlara, ıssız yerlere sürüklemeye başladı. Evde duramaz oldum, derdimi kimseye anlatamıyordum”

 

Dağların mecnunu oldu bu Ahmet.

Kurumuşlar mizanı sırat yoluna,

Hüdam yardım eyle sen bu kuluna,

Yapışsın melekler benim salıma

Dağların mecnunu oldu bu Ahmet’…

Yine bir gün sıkıntımdan, üzüntü ve kederimden ne yaptığımı, ne yapacağımı bilmez bir halde iken, Aşk’ın galebesi ile dağlara çıkıp gittim.

Bir kış günü idi, her taraf kar kaplı. Bir baktım ki, on bir tane kurt arkama düştüler. Durumlarından aç oldukları belli belli idi. Korkup olduğum yerde durdum, onlar da durdular.

Ya Rab! Sen muhafaza eyle!

Diyerek, Rabb’ime niyazda bulundum. Hayvanlar ağızlarını kaldırarak hep birden öyle bir uludular ki; Eza tüylerim ayağa kalktı. Tam o sırada, semadan kurtların üzerine beyaz, koyun kuyruğu şeklinde bir şey indi. Hemen kapışıp yediler ve dağıldılar.

Sonra merak edip acaba bir parça kalmış mı diye bakarken (Sağ elinin serçe parmağının uçunu başparmağı ile göstererek) ufacık bir parça buldum. Hakikatte koyun kuyruğu şeklinde beyaz ve yumuşak bir şeydi. Bu parçayı aldım yedim. Günlerce açlık hissetmedim!

İşte böyle günler aylar geçiyor. Hep gözlerim yolları gözlüyor. O’nu bekliyorum çünkü “Geleceğim” demişti.

Gönlümdeki yangın ateşi artıkça artıyor, lisanım gönlümdeki feryadı dışarıya döküyordu:

 

‘Bekler bu Ahmet…

Böyle mi tembih etti evradı veren,

Hak’tan ayrılır mı Hakikat gören,

Aşkın dolusunu eliyle veren,

Çıkıp yollarına bekler bu Ahmet’

 

Tam on iki sene geçmişti ardından. Nihayet bir gün Elhamdülillah, hocam teşrif edip göründüler, artık dünyalar benim oldu.

İşte o günden sonra, hemen hemen her gün uğrar, lüzum eden ders ve malumatı verirdi. Artık zaman geldi beni alıp, kendisiyle beraber manevi toplantılara götürürdü. Kendisi gelmediği zaman, manevi yollarla haberleşir, emredilen yerlere saatinden önce varırdım. Daima böyle saatin den önce vardığım içinde üstadım beni çok sever memnun olurdu. Yüzüme baktığı zaman da yüzüm kızarır, utanırdım.

Bir gün evimde abdest alırken hocam çıka geldi heyecanlandım…

Hocam “Mevlâna, sana bir abdest almasını öğretemedik” der.

“Ne yapalım efendim. Bir çobanı peşinize taktınız. Çoban bu kadar becerebiliyor” deyince “Ahmet! Ahmet! KALB-İ SELİM arıyorlar”… der.

Ladikli Ahmet Hüdai Hz. (Okuma yazması yoktur). Bu durumunu şu beytinde dile getirmektedir:

 

‘Bir Üstaddan okumadım, yol nedir erkân nedir. 

İlm-i Zahir okumadım, kalpteki bürhan nedir. 

Ey beni yaratan Hüda’m, cümle bilgi sendedir. 

Dertliler geldi kapına, hem dermanı sendedir’

 

İmzasını atamadığı için mühür kullanırdı. Mektuplarını kâtipleri yazardı. Bir arkadaşından mektup geldiği zaman kâtiplerine okuturdu. Cevabî mektuplarını da yine onlara yazdırırdı…

Dinî kültürü hakkında “Allâh ondan razı olsun, ben dinimi diyanetimi tabur imamımızdan öğrendim” demiştir.

Evet, Allah Dostu, büyük veli vazifeye sade ruhen değil, bedenen de giderdi. Bu vazife ile ruhuyla-bedeniyle ispat-ı vücut ettiği, görevden eve dönünce anlaşılırdı. Çünkü üzerinde yolculuk emareleri taşırdı.

Hocamı yedi adım geriden takip ederim. Hocam yüzüme baktığı zaman, yüzümün rengi solar. Hocam bana derdi ki: “Hüdai! Ben çok evliya ile arkadaşlık yaptım. Sendeki hâli görmedim.”

Ahmet Hüdai hz. bazen, “Bende bir şey yok, çobanın birisiyim.” der, bazen de âdeta coşarak:  “Benim hocam ilim deryasıdır. Ne soracaksanız sorun. Ben size bir peygamberin hayatını günlerce anlatırım. Fakat sizler dinlemeye tahammül edemezsiniz.” derdi.

 

 

‘Söyleyen var söyleten var

İlm-i Hikmet öğreten var

Ol kapında bekleyen var

Affımı isterim Allâhım’

 

Yine sohbetlerinde dünyanın yaradılışından, peygamberlerin hayatından, Peygamber Efendimizin (s.a.s) ve ashabının hayatından bahsederdi. Büyük veliler ve âlimlerle ilgili kıssalar da anlatırdı. Sohbetine katılanlar büyük bir haz duyardı. Duygusal anlar yaşanırdı. Herkes memnun kalarak, tekrar buluşmak niyetiyle, selâm ve duâsını da alarak ayrılıp giderdi.

“Allâh’ım! Sev bizi, sevdir bizi, dünyada ve ahirette ağlatma güldür bizi…” diye dua ederdi.

Sohbetinden ve aşkla söylediği beyitlerinden sonra mutlaka “Allâh hakkımızda hayırlısını versin! İmanımı kurtarabilirsem ne mutlu bana” deyip, korku ile ümit arasında yaşardı.

Ahmet Hüdai hz. zamanının çoğunu odasına gelen misafirlerine hizmet ederek geçirmiş, kimseye yük olmamış, almamış, hep vermiş, onları iyiliğe ve hayra davet etmiş, kimseyi ayırmadan herkese duâ etmiş, sohbetine katılan hiç kimseyi eli ve gönlü boş çevirmemiştir. Boş kaldığı zamanlarda dağlarda çobanlık yapmış, tarla ve bahçelerini ekip biçmekle meşgul olmuştur.

Ahmet Hüdai Hazretleri ömrünün son demlerinde bir müddet Konya Devlet Hastanesi’nde yatmış ve “En büyük imtihanı bu hastalık döneminde geçirdim. Allah’ın izniyle bunda da başarılı oldum. Bu imtihan neticesine ulaşacağım en yüksek makama ulaştım.” Demiştir.

Son zamanlarında hasta yatarken, “Sen gidince bizler ne yapacağız Ahmet Hüdai?” diye ağlamaya başlayan misafirlerine, yataktan doğrula­rak “ALLÂH var oğlum. Allâh var, keder yok!” demiştir.

Evlatlarından birisi eline varıp, “Baba hakkını helal et!” dediği zaman “Oğlum, bende üç emanet var. Onları sahiplerine verirsen, hakkımı helal etmiş olaca­ğım. Sen olmasan da onlar emanetleri alıp götürecekler. Ama sen de onları görsen iyi olur.” der.

Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s) ile yakın bir irtibatı olan Ahmet Hüdai Hz. bu ilişkisini hayatı boyunca devam ettirmiş. Vasiyetini yaparken:

-“Mahmut Sami Efendi’ye haber edin, eğer geliriz derse cenazemi bekletin.”

Demiştir. Vefat ettiği zaman vasiyeti aynen gerçekleştirilmiş ve cenazesi Sami Efendi gelinceye kadar bekletilmiştir.

İkinci vasiyeti:

-“Osmanlı Karabulut Hocam beni yıkasın.”

Üçüncü vasiyeti:

-“Zekeriya emanetleri yerine teslim edesin”

Onu her yönüyle tanıyan bilen 40 sene arkadaşlık yaptığı hocası Hızır Aleyhisselam’dır.

Ve tarihler 8 Haziran 1969 Perşembeyi gösterirken rahmet-i Rahmân’a kavuşur. Kabri Lâdik Kasabası mezarlığındadır.

Vefatından bir kaç ay sonra oğlu Zekeriya “Haydi, odaya gel e­manetleri ver.” diye bir ses duyar.

Odaya geldiği zaman odanın kapısı kilitli olduğu hâlde 3 kişi içeride namaz kılmaktadır. Hemen o da na­maz kılmaya başlar. Birisi bembeyaz örtüler içerisinde kapalı bir vazi­yettedir. Açık olan konuşur. “Sen otur dayanamazsın.” der. Gece sabaha kadar namaz kılarlar. Bir lokma verirler, ağzına atar fakat tadı hoşuna gitmez çıkarır. Belli etmeden kenara koyar. Üç kişiden biri “O lokmayı yeseydin babanın vazifesine sen devam edecektin, nasibin bu kadarmış” der.  Emanetleri isterler. Emanetlerin birisi ‘Tayy-i Mekân’ elbisesi, birisi ‘mühür’ öbürü de ‘şeceredir.’

-“Beraber kabrine kadar gidelim, babanın kabrini birlikte ziyaret edelim.”derler. Yolda giderler­ken bir şahıs bunları görür. “Bu adam fazla yaşamaz” derler. Kapalı ve bürgülü olan kabristanın biraz dışında namaz kılarlar. Namaz kılınan yerde o sene otlar kurumaz. Kabirden ayrılıp ağaçlık bir yerden geçer­lerken içlerinden bir tanesi ‘ALLÂH!’ deyince ağaçlar secdeye kapanır gibi olur. Oğlu oraya düşer bayılır. Onlar da giderler, gözden kaybolurlar.

 

Vardım Dostun mezarına, gelmek için nazarına 
durduk aşık huzuruna, Erenlere selam olsun…

 

Hak aşığı, Hak dostu...

O yaşantısı ile Allah’a ve Resulüne nasıl âşık olunacağını gösterdi bizlere… Onun isteği ne dünya ne de içindekilerdi… Onun tek gayesi her yerde ve her mekânda hakikat nurunu aramak, Allah’ın rızasını kazanmaktı Hak ve hakikate ermek idi…

Allah cc şefaatlerine nail eylesin, bizleri de onların yolunda daim eylesin… Ladikli Ahmet Hüdai hz. duyduğumuz yoğun muhabbetimizden de haberdar eylesin… Ahmet Hüdai hz. ve bütün Hak aşıklarına yüzlerce Fatiha…

 

Kaynakça:

Ahmet Elma’nın kitabındandır bir kısmı.

Bir kısmı da: Ladikli Ahmet Hüdai derneğinden (alıntıdır)


Perihan SAVAŞ diğer yazıları