Dr. Abdulkadir EREN

Kâl ilmi değil Hâl ilmi

Kâl ilmi değil Hâl ilmi

“Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler Yevme lâ yenfeu da kalbiselim isterler.”

Ey kalpleri hâlden hâle çeviren Allah’ ım, kalbimizi dinin üzerine sâbit kıl.

Her hâli biz ümmetine örnek olan, menbâ-i feyzi vel-kemâl, Resulullah Efendimize, aşıkların hâlleri adedince, salât ve selam olsun.

Her şeyin bir hâli vardır. İsimlerin hâlleri vardır. O hâllere göre farklı anlamlar alırlar. Maddelerin hâlleri vardır. Suyu belli bir sıcaklığın üzerinde tutarsak gaz hâle geçer. Belli bir sıcaklığın altında tuttuğumuzda katı hâle geçer.

Toprak ve sudan yaratılan insanında mutluluk, hüzün, öfke gibi çeşitli hâlleri vardır. Bu hâller zaman ve mekâna bağlı olarak değişebilir.

İşte İslamiyette iyi bir hâl sahibi olmayla ve bu hâli devam ettirmeyle ilgilenen ilim dalı tasavvuftur. Büyükler bu hikmete binaen tasavvuf hâl ilmidir kâl ilmi değildir diye buyurmuşlardır. Tasavvufta amaç hâlimizi güzelleştirip kalbiselime sahip olmak ve rıza-yı iâhiyi kazanmaktır. Çünkü şairinde dediği gibi;

“Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler

Yevme lâ yenfeu da kalbiselim isterler.”

“Sanma ey hoca ki, senden altın ve gümüş isterler. Hiçbir şeyin fayda vermeyeceği günde temiz gönül isterler.” (Bağdatlı Ruhi)”

Mutasavvıfların birçoğu hâli, kişinin iradesi dahilinde olmadan kalpte doğan, şimşek gibi çakıp gelen, doğrudan doğruya Allah’ ın lütfu ile kulun kalbine attığı sevinç, neşe, hüzün, kabz, bast, şevk, heybet gibi ruhî durumlar diye tanımlamışlardır.

Tasavvuf büyüklerinin birçok hâl tanımı vardır. Bunlarda genelde kendi tecrübelerine dayandığından ve kendi hâlleriyle alakalı olduğundan böyle çeşitlidir. Hatta aynı zatların seyr-i süluklarının farklı aşamalarındaki hâllerde de farklılıklar bulunmaktadır.

Yunus Emre’ mizin şu şiirinden içinde bulunduğu manevi hâlin çoşkunluğunu anlayabiliriz.

“İsa gibi dünya koyup, gökleri seyran eylerim,

Musa'yı didar olmuşum ben lenterani n'eylerim.

Derviş Yunus maşukuna vuslat bulunca mest olur,

Ben şişeyi çaldım taşa, namusu arı neylerim. “

Evliyalar çoğunlukla hâli vehbi, yani ihsan olarak, makamı ise bu hâllerin devamı sonucu kesbi, yani çalışılarak elde edilen durumlar şeklinde değerlendirmişlerdir. Ancak hâl deki vehbiliğin içinde bir kesbilik ve makamdaki kesbiliğin içinde de bir vehbiliğin bulunduğunu da unutmamak gerekir.  

Necmeddin-i Kübrâ (k.s.) makâm kavramını bir yolculuk esnasında seyyahın yorgunluğunu atmak için istirahat ve konaklama yeri gibi değerlendirir. Ona göre hâl, yolcunun seyahati esnasında kullandığı ve istifade ettiği yiyecek, içecek ve araç-gereç gibi şeylerdir. Aynı zamanda hâl, kuşun kanatları konumundayken, kuşun yuvası da makam konumundadır.

Hâller rabıta yoluyla ve sağlam murâkebeyle geldiği gibi, zikir meclislerinde ve velilerin sohbetlerinde bulunmakla da gelir.

Kuşeyrî, hâl, kuşunu avlamak için, Cüneyd-i Bağdadî’nin murâkabede izâhını yaptığı gibi, avından gözünü ayırmayan kedi gibi dikkatli davranılması tavsiyesinde bulunmuştur.

Asr-ı saadette Hz. Peygamber’in sohbetlerinde bulunan Hanzale b. Rebî (r.a.), Resûl-i Ekrem’in huzurunda iken cennet ve cehennemi gözüyle görüyormuş gibi bir hâl yaşadığını, huzurdan ayrılınca da bu duygularının kaybolduğunu ifade etmişlerdir. Hatta Peygamber Efendimize bu sebeple gelerek kendilerinin münafık olmasından endişe ettiklerini söylediklerinde, Resulullah Efendimiz, eğer bu hâli sürekli muhafaza edebilseydiniz sokakta melekler ile musafaha ederdiniz. Ancak insan bazen öyle, bazen böyle, diye buyurarak gönüllerine su serpmiştir.

Allah Resul’ünün varisleri olan evliyaullahın sohbetlerinde de, zikir meclislerinde de, üzerimizde sekine, tövbe, aşk, vecd hâli gibi birçok güzel hâller olur.  Mürşidimiz Abdullah Demircioğlu (k.s.) ‘ nun buyurduğu gibi, o hâli en azından öbür meclise kadar muhafaza etmeye çalışmak lazımdır.

Pirimiz Eş şeyh Es Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî (k.s.) Hazretleri "Hayır ve selamet namına ne var ise hâli muhafazadadır.” buyurmuşlardır.

Kuşeyrî’ye göre hâl sahibi kişilerin hâllerini kaybetmemek için son derece dikkatli olması gerekir. Ona göre hâlleri yaşayan müptedi saliklerin, yabani kuşla birlikte olan insan gibi davranması gerekir. Zira insanda bir hareket, kuvvet, hayat eseri ve hissi olduğu zaman, yabani kuş ondan kaçıp onun üzerine konmaz. Fakat insan sükûnet içerisinde olursa, kuş onun bu hareketsizliğinden, onu ölmüş zanneder de ona alışır, üzerine konar ve ondan kaçmaz. Bu hâller içinde olan müptedi salik de bunun gibidir.

Kuşeyrî, Rasûlüllah’ın günde yetmiş defa veya yüz defa istiğfar etmesiyle ilgili hadisi değerlendirirken, bu durumu, Peygamber (a.s.)’in bir hâlden başka bir hâle intikal etmesine bağlar. Ona göre Peygamber (a.s.), üzerine inen nurun vâsıtasıyla tecrit olma ve nurun ziyâdeleşmesi yoluyla sürekli olarak yükseliyordu ve bir önceki hâlinden istiğfar ediyordu. İşte bundan dolayı Kuşeyrî’ye göre kulun diğer hâlleri arasında en güzeli, tevbedir.

Yine bu minvalde büyükler;

“Hasenatül ebrar seyyiatül mukarrabin’’ buyurmuşlardır.

“Ebrarların ( iyi insanların ) ( bazı ) sevabları , mukarrebler ( Allah'a en yakın insanlar ) için günah gibidir."

Cüneyd-i Bağdadî, fena hâlini "Allah'ın seni bizzat sende öldürüp, Kendisi'nde diriltmesidir" şeklinde ifade etmişlerdir.

Kuşeyrî  ise fena hâlini: “Burada kulun irâdesi yoktur. Allah onun için faydalıları almada ve zararlıları defetmede ölü yıkayıcısının elindeki cenaze ve emzikli çocuk gibi irâdesi olmaksızın kudretiyle terbiye eder. Bu durumda kulun ne bir makamı, ne hâli, ne de irâdesi bulunur. O, bazen kabz ederek kabz içinde yaşatır, bazen bastı, bazen gınayı, bazen de fakrı yaşar. Bu durumdaki kul, bu hâli ne diler, ne ister, ne de yok olmasını temenni eder. O kul, değişmez, daima rıza hâlinde, ebedî muvâfakat içerisinde bulunur. Bu da velilerin ve abdalların ulaştığı son noktadır.”

Pirimiz Abdulkadiri Geylani yine manevi hâllerle alakalı olarak sohbetlerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Hâlini muhafaza et, verilene razı ol...

Bulunduğun hâlin daha üstüne ve daha aşağısına geçmeyi isteme. Orada sabit kalmayı, baki olmayı arzu etme. Bulunduğun vazifenin şeklini değiştirmeğe yeltenme... Böyle bir şey yapmaya senin bir selahiyetin yoktur. Böyle bir şey yaparsan nimetleri inkar yolunu tutmuş olursun; bu ise, dünya ve ahirette sahibini utandırır...

Neticede öyle bir hâle gelirsin ki, o hâlde senin için bir makam verilir. Seni ondan hiç ayırmazlar. Sen de onun, Allah tarafından bir vergi olduğunu anlarsın. Böyle oluşun delili ve beyanı meydandadır, bunu bilir ve o hâlin devamına çalışırsın...”

Evliyayı kiram, manevi hâllerle alakalı olarak biz salikleri çok güzel bilgilendirmişlerdir. Bu konuda anlayabildiklerimiz, kendi anlayış ve yaşayışımızla sınırlıdır. ‘‘Elhamdülillahi alâ külli hâl sivel küfri ved-dalâl’’ (Küfür ve dalâletten başka her türlü hâl için Allah'a hamd olsun.)  Sırlı bir mektep olan tasavvuf yolunda, seyr-i sülukumuzda, ahsenü’l-hâl ve ekmelü’l-hâl üzere dâim olabilmek dua ve niyazıyla.


Dr. Abdulkadir EREN diğer yazıları