Zakir

Nefsin Terbiye Ve Islâhına Duyulan İhtiyaç

Nefsin Terbiye Ve Islâhına Duyulan İhtiyaç

Ma’mur olamaz binası bir milletin Harab oldukça ahlâkı, cemiyetin!

Bugün zâhir ilmin tahsiline seneler verildiği halde iç âlemin ıslâhı ve nefsin tezkiyesi için bir kaç aylık bir zamanın ayrılmaması doğrusu çok büyük zulüm ve haksızlıktır. Hâlbuki az da olsa nefsi ıslâh ve bu ıslâhın yollarını öğrenmek için vakit ayırmamız lâzımdır. Şöyle ki: Hakîkat yolcusu olan tâlib, ahlâk ve âdetlerinde son derece nezih fâzıl safi bir adam arayacak. Onunla beraber bulunup hayatını, yaşayışını bütün çıplaklığıyla müşahede edecek; siretini öğrenecek; onu ibâdet halinde, gazap anında, emanetlere karşı tutumunda takip edecek; hilenin ve yaltaklanmanın onda tesir bırakıp bırakmadığını görecek ve anlayacak; nihayet onun bütün ahlâk ve evsafını göre göre öğrenecek. Tâ ki sâlik (mistik yolcu) kendi hayatında bu gibi durumlarla karşı karşıya gelince onda müşahede ettiği bu ahlâkı tezekkür etsin, bizzat kendisi de numûne-i imtisâl olsun.

Bunun için insanın, fıkıh kitaplarındanكنز الدقائق(Kenzü'd-Dekâik) veالهداية(Hidâye) isimli kitapları okuduğu gibi, Ebû Tâlib-i Mekkî’nin قوت القلوب  (Kûtu’l-Kulûb) İmâm-ı Gazâlî’nin كتاب الاربعين(Kitâbu’l-Erbaîn) ve Şehâbüddîn Ömer Sühreverdî’nin العوارفAvârif’i gibi tasavvuf kitaplarını da okumalı ve öğrenmelidir.Tehzîb-i ahlâk ve tezkiye-i nefis hususunda sabır göstererek üstâdına iktidâ etsin ve bunlar nefsinde temessül etsin! Dikkat edersen Müslüman liderlerden çoğunun, ister millî kahraman olsun, ister siyasî lider, asla dinî ilimleri tahsil etmediklerini ve din ile mücehhez olmadıklarını görürsün. Faraza onlardan birisi bu ilmi tahsil etmişse bile fazîlet sahibi, muslih bir mürebbinin huzurunda terbiye görmemiştir.

 

Bunun için o zimamdarların hemen hepsi, İslâm’a ve Müslümanlara yardım eder görünmekle beraber aslında dünya simsarları, madrabaz, madde satıcılarıdırlar. Dünya onların yanında bir meta’ gibidir. O meta’ hakkında pazarlığa tutuşurlar ve alım-satımını yaparlar. Fakat bunu açıktan açığa değil, din kisvesine bürünerek yaparlar. Ve bu hal, ilmî ve gayr-i ilmî hayatın muhtelif sahasında böylece cereyan eder, gider.

Eğer mücerret ilim, insanın kadr u kıymetinin yüceliğine ve kişinin Allah’a yakınlığına kâfi gelseydi, eğer sadece ilim dinin ikmaline, halkın ıslâhına yeterli olmuş olsaydı, İslâmda en büyük pâye ve en yüksek mevki Sahâbe’nin (rıdvanullahi aleyhi ecmain)  olmamış olurdu.

Eğer mücerret ilim kâfi gelseydi, fazilet ve manevî üstünlük kendilerinden sonra gelen ve iman edip ümmetin büyük bilginlerinden olan zevâta nispetle hep onlara mâl edilmemiş olurdu. Fakat onlarla, onlardan sonra gelenler arasında derece ve menzile bakımından ne derin uçurumlar var!

Sonrakiler (müteahhirin) fazilet ve ilim zenginliği cihetinden, fıkıh ve hadîs ilmindeki şöhretleri bakımından nerelere ulaşırlarsa ulaşsınlar, isterse Allah’ın velisi olsunlar ister dinin kutbu, sahâbenin ruhâniyeti, onların kadr u kıymetinin üstünlüğü münakaşa götürmez bir gerçek, şübhe götürmez bir hakikattir. Aralarındaki fark, onların yani Sahabenin, mevcûdât içinde “en ekmel İnsanın” ve en büyük zâtın sohbetlerinde nefislerini infâ etmiş olmalarıdır. Bu fazilet ve üstünlük, onların sohbet telâkkilerinden ve ona kimseden pervâ etmeyerek kendilerini vermelerinden ileri geliyor.

Kendilerini ihtiras derecesine varan bir meftunlukla bu sohbete verdikleri için onlara “Allah Rasûlü’nün Sahabesi” denilmiştir. Budur işte onlar-daki benzeri bulunmayan azamet ve yüceliğin sırrı! Sonra bu zimamdarlar, bu millî ve siyasî liderler muhtelif renkte, değişik şekilde bayraklar taşımaktadırlar. Ayrı ayrı cemaat teşkil ederek, ümmeti hizip hizip ayırmakta, İslâm adı altında, halkı kendi bayraklarının altına davet etmektedirler. İsterler ki herkes, kendi teşkil ettiği cemaatin saflarına katılsın.

Bu adamların unutmaması icap eden bir husus vardır ki o da kendilerinin yırtınması, haykırması dağdaki aks-i sadâ gibidir. Ne işiten bir kulak, ne de duyan bir sâmi'a bulacaktır. Ruhsuz bir heyecan dalgası olmaktan öteye geçemeyecektir. Bu liderler artık kalp ve bâtın cihetini tercihe, tasavvuf yolunu ihtiyar etmeğe muhtaç olduklarını anlamalıdırlar.

Bunda hayret edilecek hiçbir şey yoktur. Zira bunların her birinin kendi fikir ve davasını, kendi hareket ve düşüncesini yaymak hususunda hemen her yerde okudukları  (بِأَنْفُسِهِمْمَايُغَيِّرُواْحَتَّىبِقَوْمٍمَايُغَيِّرُلاَاللّهَإِنَّ)  şu âyet-i kerîme:

“Bir millet kendi öz cevherini bozmadıkça, Allah da onun hâlini bozmaz, değiştirmez.”(Ra’d-11)bu hakikate işaret etmektedir. Yâni siyasi ilerlemeler, maddî terakkiler, nefsi ıslâh etmeksizin, fesada uğrayan iç âlemi değiştirmeksizin tabiat kanunları veya sünnetullah muktezasınca kolay kolay meydana gelmez. Çünkü: (بِأَنْفُسِهِمْمَايُغَيِّرُواْحَتَّى) kelime-i celîlesinin bâtını ve kalbi tahavvülden başka bir manası yoktur.

Maddiyun da buna böylece inanır, lâkin başka isimlerle ve bizim yolumuza aykırı yollarla inanır, zira onlar şöyle itikad ederler: En modern silâhlarla mücehhez, en iyi talim ve terbiye ile yetiştirilmiş bir ordunun ahlâkı bozulursa ne silâhlar kurtarır onları, ne de talimleri bir fayda sağlar kendilerine.

 

Ma’mur olamaz binası bir milletin

Harab oldukça ahlâkı, cemiyetin!

 

Abdu’l-Bârî en-Nedvi, Kur´an ve Sünnetin Işığında Tasavvuf ve Hayat


Zakir diğer yazıları