Tufan ATMACA

Âlimin Mürşide İhtiyacı

Âlimin Mürşide İhtiyacı

Leylâ, bizler senin güzelliğinle aydınlanmakta insanlar ise karanlıkta kalmaktadır.

Âlimler söz, davranış ve bilgilerinin kendilerine hâl olması, kalplerindeki bazı değişikliklerin sükûnet bulması, ilme'l-yakin bildiklerini ayne'l-yakin görebilmelerini sağlamak için ehil bir mürşide muhtaçtırlar.

Nitekim Hz. Ömer el-Fârûk (radıyallâhü anh), Enes İbn-i Mâlik (radıyallâhü anh)'in huzurunda diz çöküp, mütevazı bir edâ içinde oturdu ve:

“Yâ Enes! Siz yıllarca Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleminhizmetinde bulundunuz, Binaen aleyh O'nun huzuru saâdetlerinde ömrünüzü geçirdiniz. Bu sebeple siz, münâfıkların hallerini, kalplerinde nifak bulunup bulunmadığını çok rahat kestirebilirsiniz. Benim kalbimde de nifak alâmeti var mıdır, bakınız.” diye ricâ ettiği zaman, Hz. Enes hüngür hüngür ağlamaya başladı. Hz. Ömer, Hz. Enes'in bu ağıt ve gözyaşlarını kalbinde nifak izleri taşıdığına hamlederek, onu bastırırcasına daha şiddetle ağlamaya başladığında Hazreti Enes:

“Yâ Ömer! Lütfen susunuz ve sâkin olunuz. Fârûk olan siz bile nifak belâsından bu kadar korkmaktasınız. Bu yüce hassasiyetinize bakıyor ve ben kendi başıma yanıp ağlıyorum.” cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer:

“Yâ Enes! Nifak ve imtihandan ancak müna­fıklar emîn olur. Allah'ın mekr ve imtihanından emin olma!” buyurdu.

Burada söylenen nifaktan maksa­dın şirkle değil riyâ ile ilgili olduğu unutulmamalıdır.

İmam Kuşeyrî meşhûr Risâle'sinde şöyle buyurmaktadır:

“Tarikat şeyhi durumunda bulunan sûfîler; naklî, aklî ve zâhirî ilimleri ilme'l-yakin bilmekten, ayne’l-yakîn görme derecesine yükselmiş kimselerdir. Öyle ki, insanlar için gaybî olan bir şey, onlar için apaçık ve gözleri önünde seyredilebilir. Diğer insanlar taklit ve istidlâl, onlarsa tahkik ve vuslat ehlidir.”

“Leylâ, bizler senin güzelliğinle aydınlanmakta insanlar ise karanlıkta kalmaktadır.” denilmiştir. Fahreddin-i Râzi’den bu konuya ışık tutmak üzere şöyle bir rivâyet anlatılmaktadır.

Bağdat'a gitmek üzere yola çıkan Râzi, şehrin gi­rişine yaklaştığı vakit, ihtiyar bir kadın dışında bütün yöre halkının kendisini karşılamak üzene beklediğini görür. Kadının hayret verici bu hareketi Râzi'ye haber verilince, onun bu davranışı merakını celbetmiş ve ziyâret etmek maksadıyla yanına gitmiş, karşılamaya çıkmamasının sebebini sormuştu. Bunun üzerine kadın:

“Sana ta'zîm ve hürmet göstererek debdebe ile karşılamanın sebebi nedir? Ne özelliğin var ki böyle davranmak gerekiyor?” şeklinde cevap verdi. Râzî ise:

“Ben Allah'ın varlığı ve birliğini binlerce delil ile ispata muktedir bir ilim adamıyım, O yüzden olsa gerek” deyince yaşlı kadın ibret verici ve düşündü­rücü şu cevabı lütfetti:

“Allah ü Azimüşşân'ın varlığı ve birliği konu­sunda bir şüphe ve tereddüdümüz yoktur. Dolayısıyla O'nu ispat için bir delil ve dayanak aramak ihtiyacını da hissetmiyoruz. Zira biz Cenâb-ı Hakk'ın tevhid denizinin dalgaları arasında gark olmuş, müşâhede ve vuslat ehliyiz. Siz ise taklit ve istidlâl ehlisiniz.”

Fahreddin-i Râzi, kadının ma'rifet ve irfan dolu bu cevabını gönülden tasdik etti.

Sûfi ve meşâyih huzûrunda mezhep imamları bile her zaman saygı hissi duymuşlar, onları kendi nefisleri üzerine tercih etmişlerdir. Eğer meşâyihte cezbedici böyle bir meziyet bulunmasaydı, duru­mun tam tersiyle tecelli etmesi gerekirdi. Kaldı ki, İmam Şâfii'nin ümmî şeyh Şeybân-ı Râî'ye gösterdiği saygı gözlerimizin önündedir. Bütün celâl, azamet ve büyüklüğüne rağmen Hz. Ömer el-Fârûk radıyallahü anh, Enes b. Mâlik radıyallahü anhin önünde mütevazi bir şekilde diz çökerek oturur ve şöyle derdi:

“Ey Enes! Sen Allah Rasûlü Efendimiz'in ve Ehl-i Beyti'nin yıllarca hizmetinde bulundun. Muhakkak ki Allah ve Celle ve A’lâ münâfıkların du­rumunu ve iç görüntülerini size öğretmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hakk:

‘Kalplerinde hastalık olanlar, yoksa Allah'ın, besledikleri kinlerini ortaya çıkarmayacağını mı sandılar? (Hem Hz. Peygamber'e, hem de mü'minlere kin besleyen münâfıklar kâ­firlere yardım ediyor, buna karşılık iman ve cihâd gibi ilâhi hoşnutluğa sebep olacak davranışlara yönelmiyorlardı. Bu yüzden görünürdeki amelleri boşa gitmiştir.) Biz isteseydik onları sana gösterirdik de sen onları yüzlerinden tanırdın. And olsun ki, sen onları konuşma üsluplarından tanırsın, Allah bütün işlediklerini bilir.’

Bu âyetin nüzulünden sonra Hz. Peygamber'e hiçbir münâfık gizli kalmadı. Hepsini simalarından tanırdı.

Münâfıkların tanınan bir başka yönleri de konuşmalarıydı. Çünkü onlar Rasûlullâh’ın huzurunda konuşurlarken müslümanlar hakkında üstü kapalı ve incitici konuşmalar yapanlardı. (Muhammed, 47/29-30)

Ömer Ziyaüddin DAĞISTANÎ (k.s)


Tufan ATMACA diğer yazıları