Nefs-i Mutmainne

Bilesiniz ki kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur. (Ra’d, 13/28)

Nefs-i mutmainne ifadesi Kur’ân-ı Kerim’de, nefs-i emmâre, nefs-i levvâme gibi bir defa geçmektedir. (Fecr, 89/27) Bu terimler daha sonraki asırlarda yaşayan âlim ve âriflerce nefis eğitiminin kademelerine isim olarak verilmiştir. İnsan nefsinde var olan kin, kibir, haset, şehvet, riya gibi hastalıkları tedavi etmek için nefsin basamaklarında birinci sırayı nefs-i emmâre (Yusuf, 12/53) ikinci sırayı nefs-i levvâme (Kıyâme, 75/3) üçüncü sırayı da nefs-i mutmainne almıştır. Bu basamakları nefs-i mülhemeyi ilave ederek (Şems, 91/7) dörde, Râziye, Merziyye ve Kâmileyi ilâve ederek yediye çıkaranlar da vardır.

Söz konusu kademeleşmenin eğitimi açısından bize söylediği ilk şey “insan ve din eğitiminin yavaş yavaş ve tedricî olduğu” gerçeğidir. İtmi’nân kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de daha çok “kalb” kelimesiyle birlikte kullanılmıştır. (Bk. Âl-i İmrân, 3/126, Mâide, 5/113, Enfâl, 8/10, Bakara, 2/260, Nahl, 16/106) İstikrar ve huzura ulaşmak emin ve müsterih olmak, rahat ve sukûnete kavuşmak gibi anlamlara gelen bu kelime ile zikir arasındaki bağ çok açıktır: “Bunlar iman eden ve gönülleri Allah’ın zikriyle sukûnete erenlerdir. Bilesiniz ki kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d, 13/28)

Nefs-i mutmainne ile ilgili özellikle tasavvufî eserlerde pek çok tasnif yapılmıştır. Bu vesileyle, insan eğitimi, ruh terbiyesi, nefis tezkiyesi konusunda değişik yorumlar getirilmiştir. Bu yorumlarla nefis ve dereceleri, nefis ve özellikleri hakkında detaylı bilgiler sunulmuş, nefs-i mutmainne noktasına yükselebilmenin yolları gösterilmiş, dinî psikolojinin detaylarına inilmiştir.

Burada farklı bir yol izlenecektir. Bu yol “Nefs-i mutmainne” teriminin geçtiği Fecr sûresinde öne çıkan konular dikkate alınarak bu makama yükselmenin yol ve araçlarına dikkat çekilecektir.

Fecr sûresine din eğitimi ve din psikolojisi açısından bakıldığında üç konu öne çıkmaktadır:

1. Tabiata bakmak

2. Tarihe bakmak

3. İnsana bakmak

Tabiata bakmak Allah’a, Allah’ın ayetlerine bakmak demektir. Yeryüzü O’nun tecellileriyle doludur. “Yeryüzünde, içlerinde hiçbir şüphe duymadan inananların görebileceği Allah’ın varlığının işaretleri vardır. Tıpkı kendi kişiliğiniz üzerinde de onun işaretleri bulunduğu gibi. Bunları görmüyor musunuz?” (Zâriyât, 51/20-21)

“İnsanlara ufuklarda (dış dünyada) ve kendi nefislerinde (iç dünyada) ayetlerimizi göstereceğiz.” (Fussilet, 41/53) Dolayısıyla dünya ve üzerindeki canlı-cansız her şeyi incelemek O’nun ayetleriyle yüz yüze gelmek demektir.

Fecr sûresi dikkatimizi önce tabiata ve zamana çekmektedir. Sûre fecr ile başlamaktadır. Fecr, şafak demektir. İkinci ve dördüncü ayette gece geçmektedir. Beşinci ayet ise bir soru: “Düşün bütün bunları, bunlarda akıl sahipleri için hakikatin sağlam bir kanıtı yok mudur?”

Kâinata alıcı gözle bakmak, kâinatın ahengini görmek ve duymak insanı, insanın nefsini, insanın ruhunu eğitmek için fevkalâde önemlidir. Güneş, ay ve yıldızlarla sonsuzluğa açılan insan, çiçek, böcek ve kuşlarda da aynı sonsuz Kudret’in imzasını görebilir, duyabilir ve hissedebilir. Bu şuur hâlinin kemâl noktasına ulaşması ise bütün kâinata yayılan bir “rahmet ve merhamet dalgası”na sebep olacaktır. Bu rahmet esintilerinden nasiplenenler karıncayı incitmekle çiçek ve insanları incitmenin birbirinden ayrı şeyler olmadıklarını görenlerdir. Onlar kâinatı “tevhid” gözlüğüyle seyreden bahtiyarlardır.

Fecr sûresi ikinci olarak tarihe, insanoğlunun macerasına bakmamızı istemektedir. Dillere destan olan “İrem”den dünyanın bir benzerine sahip olmadığı İrem şehrinden söz etmekte ve “yaratmak” fiilini Ad kavmi için kullanmakta Semud kavminden, Firavun’dan bahsetmektedir.

İnsanî melekeleri geliştiren, ruhumuzu, gönlümüzü eğiten, bizi “saded”e getiren konulardan biri de “dün”ü iyi görmek ve okumaktır. Onun için Kur’ân-ı Kerim sık sık dikkatimizi “önceki”ler üzerine çeker, yeryüzünü gezip dolaşmamızı emreder. Bu seyahatlerde “gönül gözü”de gündeme gelir: “Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı? Dolaşsalardı düşünecek kalbleri, işitecek kulakları olurdu. Gerçek şu ki gözler kör olmaz göğüsler içindeki kalbler kör olur.” (Hac, 22/46) İnsan eğitiminin temel organları da göz kulak ve gönüldür. “Size kulaklar, gözler ve gönüller verdi. Ne kadar az şükrediyorsunuz!” (Mülk, 67/23)

Fecr sûresinin üçüncü grup ayetleri insan nefsinde potansiyel olarak var olan menfîliklere ışık tutmaktadır. Nefs-i mutmainneye henüz ulaşamamış olan insanın eksik ve kusurları sıralanmakta, psikolojik hastalıklarına işaret edilmekte özellikle “para” ile olan ilişkilerine dikkat çekilmektedir: “İnsana gelince, ne zaman Rabbin onu cömertliğiyle ve hoşnut olacağı bir hayat bağışlamakla denese “Rabbim bana karşı ne kadar cömertmiş!” der. Ama geçim vasıtalarını daraltarak onu denediği zaman ise “Rabbim beni küçük düşürdü!” diye sızlanır. Ama hayır, hayır… Ey insanlar! Bütün yaptıklarınızı ve yapmadıklarınızı bir düşünün. Siz yetime karşı cömert değilsiniz, muhtaçları doyurmaya birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Başkalarının mirasını açgözlülükle yiyip bitiriyorsunuz ve sınırsız bir sevgiyle malı-mülkü seviyorsunuz” (Fecr, 83/15-20)

Tasavvufî eğitimde “seyahat” önemli bir unsurdur. Mürşid, bazen gereksiz işlerle meşgul olan müridi uyandırmak için gurbete gönderir bazen de farklı “usta”ların rahle-i tedrisinden istifade için yola koyar. Her iki hâlde de seyahatle birlikte gelen “gurbet” psikolojisi insan ruhu için önemli imkanlar sunar. O zaman dervişin vird-i zebanı şöyle olur:

“Gâh olur gurbet vatan, gâhî vatan gurbetlenir...” Seyahat ve gurbetin hüznü ile insanın hassasiyeti artar, dost ve tanıdık çemberinden kurtulduğu için “kendisi”siyle baş başa kalır. O zaman gurub vakti de, şafak vakti de, seher vakti de başka zenginlikler sunar. Gerçekten dünyanın geçiciliğini kavrar, gerçek dostun kim olduğunu anlar. Yeni “pencere”ler keşfeder. Kendi içine ve sonsuzluğa açılan pencereler... Göz penceresi, kulak penceresi ve kalb penceresi.

Nefs-i mutmainneye, huzur ve istikrar dolu bir hayata kavuşabilmenin yolu para-pul ile olan ilişkinin sağlıklı bir noktada olmasından geçer. Yani paranın kulu değil, sultanı olmak. Maddenin memlûkü değil, mâliki olmak... Bu ise insanlara paradan, şandan, şöhretten daha değerli şeylerin sunulması ve sevdirilmesiyle mümkün olur. Bu Allah aşkı, Muhammed aşkı ve hakikat aşkıdır. O zaman nefs-i mutmainne ile birlikte zikredilen “Allah’tan râzı, Allah da ondan razı” insan tipi gündeme gelir. Bunun Kur’ân-ı Kerim’deki bir başka ifadesi şöyledir: “...O, onları, onlar da O’nu severler...” (Mâide, 5/54) Sûre, Allah’ın nefs-i mutmainneye olan hitabıyla sona eriyor: “Ey iç huzuruna ermiş olan insanoğlu! Dön Rabbine… O’ndan hoşnut kalmış ve O’nu hoşnut etmiş olarak... Gir öyleyse benim öteki sadık kullarımla birlikte, gir cennetime...”

Kısaca, nefs-i mutmainne makamında olan bir insana “Allah’ın razı ve hoşnut olduğu bir insan” veya Allah’ın sevdiği bir insan demek mümkündür. Bir diğer ifade ile nefs-i mutmainne sahibi, tabiatla, tarihle ve insanla barışık olandır. Konuyu Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın ifadeleriyle bağlayalım:

“Nefsini yalnız rızâullâhı talebe bağlayarak tabiat-ı hayvaniyeden, nefs-i emmâre takazasından, nefs-i levvâme melâmetinden, mâsivâya esaret kayıtlarından kurtarıp ilahî ahlâk ile tahalluk ederek Allah yolunda mal ve canıyla yetişebildiği hayrı yapacak hakikî hürriyeti kazanmak kararıdır.” (Hak Dini Kur’ân Dili, VIII/5816, İst. 1938)


Prof. Dr. Mustafa KARA diğer yazıları