Ayşe DEMİRCİOĞLU

Bir Gün Karşına Bir Gayrimüslim Çıkarsa

Bir Gün Karşına Bir Gayrimüslim Çıkarsa

Namaz kılanları görünce, merak etti. Anlattım ona, nasıl ki bedenimizin yeme-içme ihtiyacı olduğu gibi ruhumuzun da bu ibadete ihtiyacı olduğunu...

Senelerdir gayrimüslimlerin arasında kaldım. Onlarla –ister istemez- içli dışlı oldum. Çok sayıda arkadaşlarım da oldu. Fakat içimde öyle bir arzu vardı ki... Keşke onlardan birinin hidayetine vesile olabilsem diye. Nitekim Peygamber Efendimiz (O’na binlerce salat ve selam olsun) Hz. Ali’ye buyurmuştur: “Ey Ali! senin bir kişinin hidayetine vesile olman, şu kırmızı tüylü deve sürüsünden daha evladır.”(Buhari, Megâzî 39)Muhakkak Allah “yâ Hâdi (c.c)” ismiyle dilediğine hidayet verir. Bizler Elhamdülillah çok şanslıyız Müslüman doğduk. Ama ya hidayete ermeseydik? Ya Allah nasip etmeseydi? Zararda ziyanda olurduk, Allah korusun. O yüzden, Elhamdülillah biz Müslüman’ız deyip bir kenara çekilip ibadet etmemiz asıl mesele değil. Hem ibadet edip, hem de tebliğ etmek bize düşen vazifedir. Bu düşüncelere dalarken...

Bir Cuma günü, mevsimlerden kış. Her Cuma olduğu gibi bende o mübarek mekânda buldum kendimi. Camii önünde sarışın bir kız, çekingen bir tavırla etrafına bakıp duruyordu. Hiç ilgilenen kimse yok, belli ki ilk defa geliyor mekânımıza. Hemen babacığım seslendi: “Ayşe, bu kızcağızla ilgilen bakalım.” Yanına yaklaştım ve elimi uzatıp Filamanca’da “Merhaba, ben Ayşe” dedim. O da elini uzatıp “Merhaba, ben Mira” dedi. Hemen ayaküstü buraya gelme nedenini anlattı. Film tasarımı bölümünde okuyormuş ve proje kapsamında mekânımıza gelmiş. Camiimizi gezdirdim ve kısaca tanıttım. Sonrasında erkekler bölümünde bir kenarda çekimi ile meşgul oldu. Hutbe, Cuma namazı bittikten sonra bayanlar bölümüne geldi. Orada tüm dikkatler onun üzerindeydi.Yapılan zikrin ardından çaylar geldi ve sıra muhabbetteydi.

“Sizler çok iyisiniz, inandığınız din çok güzel. Ama televizyonda daha farklı gösteriyorlar”dedi. Kısaca anlattım, medyaya yansıtılanın gerçeğin dışında olduğunu. Tasdik etti. “Sizler çok samimi davranıyorsunuz. Hem aranızdaki muhabbet bile çok farklı. Bu beni etkiledi” dedi. Kızcağız daha ilk defa Müslümanların arasına giriyor ve dikkatini çekmiş aramızdaki bağ. O’na: “Bizler Müslüman’ız. Müslüman demek, kardeş demektir. Bizler hepimiz hem aynı Yaradana inanıyoruz, hem aynı Peygamberin ümmetiyiz, hem aynı yolun yolcularıyız. O kadar çok ortak noktalarımız var ki, aramızdaki bağ bu yüzden çok kuvvetlidir.”dedim. Bunları anlatırken hep çok iyi düşünüp önceden tartıyorum. Nihayetinde muhattabım Müslüman değil, bir gayrimüslim... Bir dine mensup olmayıp, din nedir, emirler nedir bilmeyen bir kimseye bunlar nasıl anlatılır? Mümkün-mertebe Onun ruhuna hitap eden şeylerden bahsetmek istedim. İlave ettim, “Hepimiz kardeşiz evet. Başkaların kusuru olduğunda onu görmezlikten geliyor, yüzüne vurmuyoruz. Kusurları görmek değil de, her insanın içinde bulunan o cevheri bulmaya çalışıyoruz. Nihayetinde hepimiz insanız.”

Namaz kılanları görünce, merak etti. Anlattım ona, nasıl ki bedenimizin yeme-içme ihtiyacı olduğu gibi ruhumuzun da bu ibadete ihtiyacı olduğunu. Teşbihte hata olmasın (onun anlayacağı dilde anlatmak istedim), tıpkı yoga yapar gibi, dünyanın stresinden, sıkıntısından, probleminden uzak, kendini tamamen âlemlerin Rabbine bırakmaktır namaz...

Saatlerce oturup konuştuk. O gün o kadar müthiş bir enerjiyle ayrıldık. Haftaya yine aynı mekân ve aynı zamanda buluşmak dileklerimizle.  Kendisine, “Müslümanlar –nerdeyse- her cümlenin sonunda inşaAllah, yani Allah’ın izniyle derler” dedim. Hoşuna gitti. Ayrılırken haftaya görüşürüz “inşaAllah” dedi...

Bir hafta geldi geçti. Bu sefer arkadaşıyla geldi. Yine çay faslında muhabbet ettik. Bu sefer Kur’andan, İslamiyetten, kendi ailemden sorular sormaya başladılar. Kur’an’da Hz. Meryem hakkında bir surenin olduğuna şaşırdılar. “Biz bütün peygamberlere, Hz. İsa’ya da inanıyoruz, annesi Hz. Meryem’e de”, dedim. Yine şaşırdılar. Mira’nın arkadaşı da bu ortamdan çok etkilendi. Proje ile başlayan bir süreç güzel bir arkadaşlığa doğru yol alıyordu. Burada en önemlisi muhabbet kurmaktı. Benim gayem elbette onlara tebliğ etmek. Kim bilir belki de hidayetlerine vesile olabilmek... Evvelâ İslamiyeti önce güzel temsil etmek gerekir, sonra anlatmak. Anlatmak çok önemlidir. Muhatabın ruhuna hitap etmelidir. Ortak noktamız olan: etik değerlerimizdir. Meselâ biz oruç tutuyoruz, ama neden? Tabii ki Yüce Rabbimiz emrettiği için. Fakat Rabb nedir bilmeyen birisine bunu anlatmak ne kadar doğru olabilir? O yüzden denilebilinir ki: Biz oruç tutarak fakirlerle aynı duyguları paylaşmış oluyoruz. Hem zaten vücudumuz 7-24 çalışan bir makine gibi. Bırakalım biraz dinlensin, vs. Bu şekilde anlatıldığında daha iyi anlayacaklarını zannediyorum. Aksi takdirde, bu Allah’ın emridir biz bunu O’nun için yapıyoruz, işte boyun eğmemiz gerekiyor dersek, anlamayabilir. Bunu bizzat okul hayatımda yaşadım. Bir gün elimde zikirmatik ile oturuyordum. Etrafımda sınıf arkadaşlarım vardı. Sordular, o parmağındaki nedir ve ne yapıyorsun diye. Kısaca anlattım, dua ediyorum, güzel sözler söylüyorum. Hemen “haaa öylemi” dediler. “Evet” dedim ve açıkladım. Hatırlatmak isterim, bu bahsettiğim kişiler de Allah inancı yok maalesef. Anlatmaya başladım. Bir deney yapmışlar iki bitki ile. Bu iki bitkiyi farklı ortamlara koymuşlar. Bir bitkiye sürekli güzel sözler söylenmiş, “ne kadar güzelsin, ne kadar güzel kokuyorsun” gibi. Diğer bitkiye ise sürekli azarlayıcı kötü sözler söylenmiş, “ne kadar çirkinsin” gibi. Bu deney belli bir zaman sürmüş. Ve sonuç olarak, güzel sözler söylenen bitki canlanmış, açılmış güzelce; diğer bitki ise solmuş, ölmüş. Ben de dualar ederken güzel sözler söylüyorum, hem kendim mutlu oluyorum, hem etrafımdakiler mutlu oluyorlar. Hem her insanın etrafında görünmeyen bir avra vardır. Bizim yaşadığımız duygulara göre -mutluluk/üzüntü- bu avramıza yansıyor. Ve bu da etrafımızda bulunan kişilere sirayet edebiliyor. Bunu izah ederken, bir Müslüman arkadaşımız çıkıp “bir kimse hasta olduğunda biz bunu 4444 defa okuyor, gönderiyoruz” dedi. O sınıf arkadaşlarım şaşırdılar bu nasıl oluyor gibisinden. Ben olayı toparlamaya çalışırken o kişi böyle bilgileri aktarıyordu. Hâlbuki onlar nasıl anlasın, dua göndermek nedir, yani nasıl gönderirsin, onu bile kavrayamazlar. Çünkü materyalist düşünüyor her şeyi... Bu yüzden seçilen konular ve anlatma tarzı çok önemlidir.

Mira ve arkadaşını Camii’de gezdirirken halılara takıldı gözüm. Allah-u Teala bize namazı emrediyor, ruhumuzun çünkü buna şiddetle ihtiyacı vardır. Dikkatimi çekense, her insan, ister doktor, temizlikçi, filmci, avukat, taksici olsun, namazda aynı hizada duruyor. Yani, Allah’ın huzurunda herkes eşittir. Aynı hizada, aynı seviyede durur. Tiyatrolarda, gösterilerde hep bir protokol olur. Allah’ın huzurunda bu ayırım olmaz. Yine o gün ayrıldık. Ayrılıyoruz fakat bir heyecanla, bir coşkuyla. Çünkü konuşulacak çok şey var. Saatler yetmez.

Hafta içi Salı ve Perşembe günleri ilkokul öğrencilerine ek dersler veriyorum. Bir Salı günü ansızın çıkıp geldi. Ders boyunca çekim yaptı. Yine çok hoş muhabbetimiz oldu. Bu sefer konumuz ölüm ötesi hayattı. “Ölüm ötesi hayat var” dedim. Gözümle görmediğim şeye inanmam der çoğu. Ölüm haktır, ötesi de vardır. Nasıl ki kışın kupkuru bir ağaç ölümü hatırlatıyorsa, baharda açan,  yeşile bürünen o ağaç, ölüm sonrası hayatı hatırlatır. Dedim ki ona, bu dünyada birisi bizim en yakınımıza zarar verse, biz o kişiye zarar vermek isteriz. Çünkü canımız yanmıştır. Fakat eğer o kişi ağır bir cezaya çarptırılmazsa, bizim canımız daha da yanar. Ama şöyle ki, burada insanlar hâkimler tarafından yargılanırlar. Oysa ölüm sonrasında Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c) öyle bir yargılar ki... O yüzden deriz ki, iyi ki bu dünyanın sonu var, çünkü burada hem üzüntü hem sevinç vardır. Orada ise sonsuz mutluluk veya sonsuz elem. İşte seç bakalım.

Hz. Ali (r.a)’nin yaşadığı bir olayı anlattım. Bir gayrimüslim Hz. Ali Efendimize gelip: “Ya Ali, ya ahiret yoksa?” diyor. İlmin kapısı olan Haydar-ı Kerrar Hz. Ali (r.a) Efendimiz, öyle bir cevap veriyor ki: “Peki ya varsa?” Bu cevap gayrimüslimi düşündürüyor ve iman ediyor. Bu örnek beni çok etkiliyor. Çünkü ilmin kapısı olan Hz. Ali (r.a) soruyu soruyla cevaplıyor. Burada çok farklı bir açıdan bakıyor. Yüzde elli oranında var, yüzde elli oranında yok gibi görünüyor. Oysa Allah (c.c); ölüm ötesi hayat vardır, hesap vardır buyuruyor.  O adam ise, yoktur diyor. Eğer o adamın dediği gibi olsa (yani farz et ki yoktur), o zaman zaten kaybedeceğimiz bir şey olmaz. Ama ya varsa? –ki vardır- o zaman senin halin ne olur.

Bu arkadaşımızla günden güne yakınlaşıyoruz. Ortak olduğumuz bir nokta var: O da insanlığımız. İnsan olarak samimiyet göstermek, bunu da sırf Allah rızası için. Bu sefer evime buyur ettim. Türk kahvesi yaptım, lokum ikram ettim. Böylece Türk kültürümüzü de tanımış oldu. Mira çok candan ve güler yüzlü bir kız. Kendisi 10 yaşından beri vejetaryenmiş. Kıymalı sarmaları bu yüzden yemedi. Küçükken Polonya’ya geziye gittiklerinde gündüz o şirin keçilerle doyasıya eğlenmiş. Akşam ise, o keçileri kesip yemek olarak önlerine koymuşlar. Hatta keçinin kellesini bile asmışlar yemekhaneye. Çocukların travma yaşamaması düşünülmez... Hiç bir zaman hangi dine mensupsun diye sormadım. Sorma gereği duymadım. Çünkü ekseriyet ateist oluyor maalesef. Bunu duymaktansa, sormamayı tercih ederim. Konuşmalarımızda “ben ateist olarak yetiştirildim” dedi. Şimdiye dek “ateistim” dediğini duymadım. Hristiyan ailelerde, çocuk doğduğunda vaftiz edilir. Papaz tarafından bebeğin üzerine su dökülür ve bebek Hristiyanlığın bir üyesi olur. Mira vaftiz edilmemiş. Annesi-Babası Mira’nın yerine karar vermek istememişler. Büyüdüğünde hangi dine mensup olmak istediğini kendisi seçsin diye...

Bizim evde sohbet koyu. Babacığım gür sesiyle Nebe suresini okudu. Anlattı kıyametin hak olduğunu, gecenin istirahat, gündüzün çalışmak, aktif olmak için yaratıldığını. Cehennem ve Cennetin hak olduğunu. Allah-u Teala’nın dağları yarattığını, insanı da çift olarak, bir kadın bir erkek olarak yarattığını. İslamiyetten, özellikle Kur’andan bahsetti babacığım. O’na: “benim gayem seni bilgilendirmek” dedi. Mira Kur’an’ın güzelliğinden ve babacığımın bu açıklamalarından çok etkilendi.

Annesi almaya geldiği vakit, Onu da evimize davet ettik. Anlatmaya başladı. Bir zamanlar Türk komşusu varmış. Mira’nın annesi, işinden dolayı sık sık yurtdışına çıkıyormuş. Eşinin evde yalnız kaldığını öğrenen bu Türk komşusu sık sık yemek yapar, ikram edermiş. İşte İslamiyet budur! Komşusu açken tok yatan biz olmamalıyız! Örnek budur, İslamiyeti yaşamak budur işte! O Türk komşudan Allah (c.c) ebediyen razı olsun. O kadar yıl geçmesine rağmen bu bayan o Türk komşunun bu iyiliğini unutmamış. Kadıncağız sevinç gözyaşları döktü. “Böyle güzelliklerde oluyor gerçekten!” dedi... Çok şaşırdım. SubhanAllah. Ne diyeceğimi, nasıl tepki vereceğimi bilemedim o an. İzledim sadece ve derin derin düşündüm. Ne kadar samimi duygular bunlar. Rabbim hidayet versin her ikisine de ve diğerlerine...

[email protected]


Ayşe DEMİRCİOĞLU diğer yazıları