Zuhur

Kendini Bilmek, Allah’ı Bilmenin Anahtarıdır

Kendini Bilmek, Allah’ı Bilmenin Anahtarıdır

Allahu Teâlâ’nın kullarına, şefkati, bir annenin süt emzirdiği çocuğuna şefkatinden daha çoktur.

Bil ki, geçmiş peygamberlerin kitaplarında, insana hitap eden şu söz meşhurdur: “Ey insan! Rabbini tanımak için önce kendini tanı.” Haberlerde [hadislerde] ve eserlerde [selef-i sâlihînin sözlerinde] geldi ki: “Kendini bilen, Rabbini bilir.”

Bu söz şuna işarettir ki, insanın kendisi bir aynadır. Ona bakan, Hakk’ı görür! Birçok insan kendine bakar ve fakat Hakk’ı göremez. O hâlde kendini bilmek için, Allahu Teâlâ’yı bilmeye hangi yolun vesile olduğunu öğrenmek lâzımdır.

Bu da iki şekildedir: Biri çok derindir. Bunu çok kimse anlayamaz. Bundan bahsetmek doğru olmaz. Herkesin anlayabildiği şekil ise, su götürmez biçimde açıktır. Avam insan, kendi zâtından Allahu Teâlâ’nın zâtının varlığını, kendi sıfatlarından Allahu Teâlâ’nın sıfatlarını, kendi bedeni ve âzaları olan şahsî memleketindeki tasarruftan, Allahu Teâlâ’nın bütün âlemlerdeki tasarrufunu bilendir.

Bu, şöyle izah edilir: Her şeyden önce kendini varlığıyla bilince anlar ki, bundan önce, nice yıllar geçmiştir. Kendinin namı, nişanı yok idi. Hususan Allahu Teâlâ buyurur:

“İnsanın üzerine uzun devirden öyle bir zaman gelip geçti ki [o vakit] o, anılmaya değer bir şey bile değildi. Hakikat, biz insanı birbiriyle karışık bir damla sudan yarattık. Onu imtihan ediyoruz. Bu sebeple onu işitici, görücü yaptık.” (Dehr Sûresi, 1-2)

İnsanın kendi aslından anlayabildiği, varlığından önce nutfe olmasıdır. Fena kokulu bir damla su; onda akıl, kulak, göz, baş, el, ayak, dil, damar, sinir, kemik, deri ve et gibi şeyler yoktur. Belki, beyaz şekilde bir sudur.

Fakat bütün bu akıllara durgunluk veren hâller onda meydana gelmiştir. Ama bunları o mu, yoksa bir başkası mı meydana getirdi? Ve yine zaruri olarak bilir ki, insan, kemâl mertebesinde, her âzası yerinde olduğu hâlde, bir kıl ucu yaratmaktan âcizdir. Demek ki, bir su damlası iken daha âciz ve noksan idi. Netice olarak anlaşıldı ki, kendi zâtının varlığından, Allahu Teâlâ’nın zâtının varlığı belli olur.

Bir kısmını anlattığımız bedenindeki zahirî ve bâtınî şaşılacak hâllere bakınca, kendini yaratanın kudretini görür ve bilir ki, her bakımdan tam bir kudret [yaratan] vardır, istediğini, istediği gibi yaratır. Bundan daha üstün hangi kudret olabilir ki, böyle hakir ve aşağı bir damla sudan olgun, güzel, hikmetli ve şaşılacak bir şahıs yaratıyor.

Kendinde olan akıl almaz bu inceliklere ve âzalarının faydalarına ve her birinin ne hikmetle yaratıldığına, el, ayak, göz, dil ve diş gibi zahirî azalarına, dalak, ciğer ve öd kesesine ve buna benzer diğer iç azalarına bakınca, kendini yaratanın ilmini bilip her bakımdan tam ve her şeyi kuşatmakta olduğunu ve yine böyle bir âlimin bildiğinin hiçbir şey olmadığım anlar.

Çünkü bütün akıllıların aklı bir araya gelse, onlara uzun ömür verilse, bu azalardan birini, yaratılışında olduğu şekilden çıkarıp daha iyi yapmayı düşünseler, yapamazlar!

Meselâ, yenilen şeyleri kesmek için keskin olan ön dişlerini, ezmek ve öğütmek için uçları düz olan azı dişlerini, değirmene ezebileceği, öğütebileceği şeyleri atan dil küreğini, dilin altında bulunup, icap ettiği vakitte yemekleri ıslatacak, hamur hâline getirecek kadar salgı yapan kuvvetini, sonra boğaza gidip, orada da kalmamasını, bütün dünyanın akıllıları, bundan daha mütekâmil ve bundan daha iyi bir başka şekilde yapamazlar.

Elin beş parmağı da bunun gibidir. Dördü bir tarafta, baş parmak ise onlardan biraz daha uzakta ve kısadır. Şöyle ki: Hepsiyle birleşebilir ve hepsinin üzerine gelebilir. Hepsinde üç boğum, bunda ise iki boğum vardır. Öyle yapılmıştır ki, isterse tutar, isterse avuç yapar, İsterse kürek gibi yapar, isterse sıkar yumruk yapar, isterse tekrar açar, kevgir veya tabak gibi yapar. Birçok şekillerle nice işler yapar.

Eğer cihanın âlimleri bu parmakların yaratılışında bir başka şekil düşünseler, meselâ hepsi aynı hizada yahut üçü bir tarafta, ikisi bir tarafta, yahut beş yerine altı veya dört olması icap ederdi, yahut boğumlar üç veya dört olması lâzım gelirdi deseler veya düşünseler, böyle düşünce ve sözleri eksik olup, Allahu Teâlâ’nın bu yarattığı en mütekâmilidir. Bununla anlaşılıyor ki, “Yaratanın ilmi bu şahsı muhittir ve her şeye muttalidir.”

İnsanın, her bir parçasında bunun gibi hikmetler, faydalar vardır. Bir kimse bu hikmetleri ne kadar çok bilirse, Allahu Tealâ’nın ilminin azametine hayranlığı o kadar çok olur.

İnsan kendi ihtiyaçlarına, önce yemeye, giymeye ve meskene bakınca ve yenecek şeylerin yağmura, rüzgâra, buluta, sıcağa ve soğuğa muhtaç olduğuna dikkat edince, onu salâha kavuşturacak san’atlara ve sanat için lâzım olan demir, tahta, bakır, pirinç ve diğer âletlere ve bu aletlerin nasıl yapıldığına dair bilgilere bakar.

Sonra bütün bu yaratılan ve yapılanlardaki şeklin tamamlığına ve güzelliğinin mükemmeliyetine bakar. Her birinden o kadar çeşitler bulunur ki, eğer yaratılmış olmasalardı, kimsenin hatırına gelmeyeceklerine, istenemeyeceklerine dikkat ederse, istenmeyen ve bilinmeyen bu şeylerin Allah’ın lütuf ve merhametiyle olduğunu görür.

Buradan bir husus daha bilinir: Velilerin [Allah dostlarının] hayatı Allahu Tealâ’ iledir. Bu da, bütün mahlûklara, lütuf, rahmet ve inayettir. Hususan: “Rahmetim, gazabımı aşmıştır” (A‘râf, 56) buyruldu.

Bunun gibi, Peygamber Efendimiz buyurdu ki:

“Allahu Teâlâ’nın kullarına, şefkati, bir annenin süt emzirdiği çocuğuna şefkatinden daha çoktur.” (H. Edep, 13; M. Tevbe, 22)

O hâlde, kendi zâtının zuhurundan, Allahu Teâlâ’nm zâtını görür. Kendi inceliği, parçalı ve âzalarının çokluğundan; Hakkın kudretini, kemâlini görür. Etrafındaki şaşılacak hikmetler ve faydalarda, Hakk’ın ilminin kemâlini görür.

Zaruri olarak yahut ihtiyaç olarak, yahut, iyilik ve güzellik için olanların hepsinin kendinde yaratıldığını ve bir arada bulunduğunu anlayınca, Allahu Teâlâ’nm lütuf ve rahmetini görür, işte bunun için kendini tanımak, Allahu Teâlâ’yı bilmenin anahtarı olur.

 

İmâm-ı Gazâlî-Kimyâ-i Saâdet


Zuhur diğer yazıları