Mizan

İstimdât, Tevessül ve Teveccüh

İstimdât, Tevessül ve Teveccüh

Tasavvufta Hz. Peygamber, şeyh veya benzeri maneviyat büyüklerinden istimdât, doğrudan onların şahıslarından bir talep demek değildir.

İstimdât

Medet dilemek, yardım istemek demektir. Her türlü yardımın kaynağı ve başvurulacak mercii Allah Teâlâ hazretleridir. Allah Teâlâ hazretlerinden başkasından doğrudan yardım dilemek söz konusu olamaz. Tasavvufta Hz. Peygamber, şeyh veya benzeri maneviyat büyüklerinden istimdât, doğrudan onların şahıslarından bir talep demek değildir. Belki onların İnd-i İlahi’deki itibar ve derecelerinden yararlanmak için bir tevessüldür.

Medet yâ şeyh”, “Medet yâ Abdulkadir”, “Medet yâ Gavs-ı A’zam”, “Medet yâ Hazret-i Hüdâyi” gibi lafızlar ve levhalar, bu şahıslara duyulan manevi sevginin bir ifadesidir.

İnsan, beşer olmanın gereği sığınma duygusu taşır. Çocuk anne-babasına, talebe hocasına, mürid şeyhine sığınmak ve yakın olmak ister. İstimdât bu sığınma duygusunun bir tezahürüdür. Vahdet-i vücud inancındaki “insan-ı kâmil”, Allah ve Rasûlü’nün ahlakıyla ahlaklanmış, kemal sıfatlarıyla muttasıf ve Hakk’ın mazharı demek olduğu için, ruhani bir tasarrufa da mazhardır. Mazhardır diyoruz çünkü gerçek tasarruf Allah’ındır. Kul veya kişi bu tasarrufun görüntüsüdür. Bu itibarla sâlik ve derviş, insan-ı kâmil olarak görüldüğü şeyhinden tarikat piri veya pirlerden birinden istimdât ve istiâne ettiğinde, aslında talebini Allah’a arz etmiştir. Çünkü vahdet-i vücud inancında bütün fiiller Allah’ındır. Kudret ve kuvvet de sadece O’na aittir. Konuya bu açıdan bakıldığında, şer’i bir tehlike söz konusu değildir. Ancak istimdât edilen kişinin bizzat kendisinde bir varlık görüp, talep ondan olacak olursa, elbette ki caiz olmaz. Sahibini şirke düşürebilir.

İstimdâdın ölü ve diriden olması, onlara bir varlık izafe etmemek şartıyla mümkün görülmüştür. Hatta sûfiler ölüden istiâne için Kemalpaşazâde’nin Şerh-i Hadis-i Erbain’inde yer verdiği:

İşlerinizde şaşkınlığa düşünce ehl-i kuburdan yardım isteyiniz (istiâne)” (Keşfu’l-Hafâ, I, 85 (213)hadisini delil sayarlar. Bazı türbelerde yazılı bulunan bu hadisin sıhhati üzerinde tartışmaya girmeden, anlamına müteallik şunu söylemek isterim:

Ehl-i kubûr” ölüler ve ölümü düşünerek kendisini ölüm sonrasına hazırlayanlardır. İnsan dünya işine dalmaktan şaşkına dönünce, kabir ehlinin halini, ölümü ve ölüm ötesini düşünerek, kendini toparlamak ve onların halinden kendi haline bir yardım umarak gönlünü Allah’a rabt etmek durumundadır. Ölüm rabıtası veya tefekkür-i mevt, insanı dünya lezzetlerine aldanmaktan belli ölçüde korur. Bu yüzden hadis-i şerifte, “Dünya lezzetlerini unutturan ölümü çokça düşününüz.(Tirmizi, Kıyame/26)buyurulmuştur.

Bazı tarikatlarda, zikir sırasında sâlikin, şeyhinin kalbinden kendi gönlüne bir feyzin aktığını düşünerek istimdât etmesi de söz konusudur. Nitekim Nasrullah Bahâi, zikir sırasındaki bu istimdâtı şöyle anlatmaktadır:

Zikir murad eden kimse, iki dizi üzerine oturup ağzını kapatır, gözlerini yumar, bütün his ve kuvvetlerini faaliyetten men ederek, şeyhin ruhaniyetine teveccüh edip ondan istimdât da bulunur.” (Risale-i Buhariyye, İstanbul 1328, s.25)

 

Tevessül

Bir şeyi veya bir şahsı Allah için aracı ve vasıta kılmak, şefaatçi ve vesile edinmek anlamındadır. Kur’an-ı Kerim’deki:

Ey iman edenler! Allah’tan korkun. O’na ulaşmaya vesile arayın” (el-Mâide, 5/35)ayet-i kerimesi ile şu iki hadis-i şerif vesile veya tevessüle delil sayılmıştır:

a) Hz. Ömer (r.a) Peygamberimizin amcası Hz. Abbas ile tevessül ederek:

Ya Rabbi, kuraklık içinde kalınca Peygamberimiz ile sana tevessül ederdik. Bize yağmur verirdin, şimdi de O’nun amcası ile tevessül ediyoruz. Bizi suya kavuştur.” derdi ve yağmur yağardı. (Buhari, İstiskâ/15)

b) Gözleri kapanan biri, Peygamberimiz’e gelerek:

Yâ Rasulallah, gözlerim kapandı; benim için Allah’a dua buyur.” dedi. Peygamberimiz şöyle buyurdu:

Abdest al, iki rekât namaz kıl, sonra da şöyle de:

‘Allah’ım! Peygamberin Muhammed ile sana tevessül ediyorum. Ey Muhammed, gözümün açılması için senin şefaatçi olmanı istiyorum. Allah’ım onun, hakkımdaki şefaatini kabul buyur.’Bunun ardından Hz. Peygamber (s.a.v) şunları ilave etti:

Bir ihtiyacın olduğunda hep aynısını yap!” Bu olaydan sonra adamın gözleri açılmıştır. (Tirmizi, Deâvât/49)

Tevessül, ya ibadet ve amellerle olur, ya da Hz. Peygamber, veli ve sâlih kişileri vesile kılarak olur. Amellerin Hakk’a yakınlığının vesile, Allah’ın rızasına ermeye vasıta olduğunda şüphe yoktur. Hz. Peygamber’i (s.a.s) vesile kılmanın cevazı, kendi ifadeleriyle sabit olan şefaat yetkisi ve ikinci hadis-i şeriften ortaya çıkmaktadır. Salih kişilerin vesile ittihazı ise, ilk hadis-i şerife dayanılarak genellikle kabul edilen görüştür. Nitekim vesile ayetinin tefsirinde Bursalı İsmail Hakkı bu görüşlere işaret eder. (bk. Rûhu’l-Beyân, II, 388)

İhtilaflı olan ise, ölmüş kimseleri vesile edinerek yapılan tevessüldür. Sûfiler, enbiya, evliya ve sâlih ulemanın, ahirete intikal etmiş olsalar da ruhaniyetlerine tevessül edilebileceğini kabul etmektedir. Tevessülde öncelikle hedef Allah’a yaklaşmak, rızasına ulaşmaktır. Bir dileğin kabulü veya bir musibetin def ve ref’ edimesi için, enbiya ve evliya ile salihlerin ruhaniyetlerine tevessül suretiyle Hakk Teâlâ’dan talepte bulunmak da tevessül kapsamına girer.

Tevessül veya vesile anlayışında ibadet ve taatin çokluğu Cennete girme sebebi değildir. Cennet ve kurbet, Allah’ın lütuf ve ikramıyla olur. O’nun lütfu olmadan ne Cennet ne de kurbet gerçekleşir. Bu yüzden ibadet ve amellerle tâatlar vesile edilerek Hakk’tan niyazda bulunmak, O’na iltica etmek, kulu Alah’a yaklaştırdığı gibi, Cennetin kapılarını da açar. Tasavvufi telakkide, “Benim amellerim beni kurtarır ve bana yeter” düşüncesi yanlıştır. Çünkü ibadetler Cennetin karşılık ve bahası değil, Hak murad etmişse, ancak bahanesidir.

 

Teveccüh

Teveccüh yöneliş demektir. Genelde Hakk’a yöneliş ve kalbi alaka için kullanılır. Müridin mürşidine yönelip gönlünü bağlaması anlamında kullanıldığı gibi, mürşidin müridini tam karşısına alıp ona nazar ederek, hiç konuşmadan baş başa kalmaları manasına da kullanılır. Bu manada ki teveccüh için:

Allah Teâla benim sadrımı neyle doldurdu ise, ben onu aynı ile Ebubekir’in sadrına ilka ettim” (Mevsûatu Etrâfi’l-Hadis, XI, 156)hadisi şerifi delil sayılmıştır. Mürşidin nazar ve nefesiyle müridini etkileyip onu bir bakıma ruhi yükselişe hazırlaması, güneşe tutulan büyüteçlerin teksif ettiği güneş ışınlarının, temas ettiği yanıcı maddeleri yakmasına benzetilmiştir. Şeyhin büyük manevi gücünü ve ruhani tesirini müridin kalbi üzerine teksif ederek feyz vermesi, onu manevi tekâmüle hazırlar.

Teveccühün müridden mürşide doğru olanı tasavvufta “Rabıta-ı muhabbet” denilen şekildir. Mürid mürşidinin ruhaniyetine muhabbet yoluyla teveccüh ederek, mürşidin ruhaniyeti, onun batınında feyz tesiri gösterir. Beşeri zaaf ve sıfatları izale ederek mürid, tedricen şeyhinin boyasına boyanır. Bu sevgi sonucu meydana gelen kalbi bir beraberlik şahsiyet transferi ve aynileşmeyi doğurur.

 

Alıntı: Prof. Dr. H. Kamil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Neşriyat


Mizan diğer yazıları