İlimlerde Terimler
...Böylelikle hakikatte ilim kişiyi kibre değil, tevazuuya sevk etmelidir. Bildiklerinde cesarete, bilmediklerinde ise sukuta sevk etmelidir.
Terim; ilim, sanat, meslek gibi alanlarda sözlük anlamıyla bir açıdan uyumu olsa da esas itibarı ile daha sınırlı ve daha özel bir mana kazandırılmış sözcüklerdir. Terimler sadece o ilim dalının, sanatın veya mesleğin alanında bu yeni kazandırılan anlamı ile kullanılır. Bu nedenle terimlerin hangi alanda, hangi anlam ile kullanıldığının bilinmesi önem arz eder. Dikkat edilmemesi durumunda yanlış değerlendirmeler kaçınılmaz olacaktır. Bu yazımızda birkaç örneklendirme ile konunun izahına çalışacağız.
Tabiidir ki her ilim dalında olduğu gibi farklı İslâmî ilimlerin de kendine özgü terimleri bulunmaktadır.
Bu ilimlerden birisi Kelâm ilmidir. Kelâm ilmi erbabı nasslar ışığında aklî muvazene ile bir meselenin üç durumdan birisinde olabileceğine kâni olmuşlardır. Bunlar vacib, mümkin ve muhaldir. Vacib olması gerekli, mümkin olup-olmaması ihtimal dahilinde, muhal ise olması imkânsız bir durumu ifade etmektedir. Bu âlimler Cenab-ı Allah’ın vacib sıfatlarını hayat, ilim, irade vb. tespit etmişler, aksini Yaradan hakkında muhal görmüşlerdir. Bazı durumlar ise Cenab-ı Allah hakkında mümkindir, yani câizdir. Rızkı bol vermesi veya azaltması… Her iki durum da O’nun vacib olan irade sıfatına tâbi olarak mümkindir.
Bu ilimlerden birisi de Fıkıh ilmidir. Fakihler hususen amellere dair konulara izahat getirirler. Amel sorumluluğu taşıyan kimselere mükellef derler. Mükellefler ise delilik gibi belli bazı özürleri bulunmayan kimselerdir. Hanefî Fıkıh uleması mükelleflerin karşılaşabilecekleri durumları sekiz adet olarak tespit etmiş ve ilmihal kitaplarımızda bu durumlar ef’ali mükellefîn olarak yer bulmuştur. Bu durumlar şunlardır: Farz, vacib, sünnet, müstehab, mübah, mekruh, haram, müfsid. Görüleceği gibi fıkıh ilmindeki vacib kelimesine, kelam ilmindeki aynı kelimeden daha farklı ve özel bir anlam kazandırılmıştır. Zira buradaki vacib kelimesi kelime anlamıyla ‘şart’ manası taşısa da farzların inkârı kişiye küfre düşürürken vacibin inkârı ile kişinin kafir olmasına hükmedilemeyeceği hususu ile farz teriminden temyiz edilerek Hanefi ulemasınca konuya açıklık getirilmiştir.
Yine mütevatir terimi kelâm ve hadis ulemasınca teknik anlamda farklı manalar içerirler. Konu ile ilgili derinlemesine vâkıf olmayan kimseler bu terimleri birbirine iltibas edip meseleleri tabiri caizse çorbaya çevirmeleri de kaçınılmaz olacaktır. Günümüz Vehhabî’lerinin neredeyse -mübalağamı mâruz görünüz- uçan kuşa kafir diyecek hâle gelmeleri herhalde bu iltibastan olsa gerekir.
Bu ilimlerden birisi de Tasavvuf ilmidir. Bu âlimler gönle doğan şeyleri Rahmâni, şeytânî, nefsânî gibi terimlerle izah etmektedirler. Nasıl ki beş duyu organımızın yanılma ihtimâli bulunduğu gibi gönle doğan her şeyin doğru kabul edilmemesi gerekir. Nefs ve şeytan ile çetin bir mücadele ile ancak selim bir kalbe kavuşmanın anahtarı olabileceği hakikatini ifade edebilmek için erbabınca bu terimlerin kullanılması gerekli olmuştur. Fakat burada kullanılan terimler, ilmin alanı ve amacı dahilindedir. Mesela bu terimler fıkıh ilminin alanından başka bir alandır. Buradaki terimlerle fıkhî hususlar izah edilemez. Eğer ki edilecek olursa hakikatle taban tabana zıt çıkarımlar ortaya çıkar. Etrafta kalp temizliğinden bahseden fakat İslâm’ın namaz, oruç, hac ve zekât gibi amellerinden bîhaber kimseler kol gezer. Ve maalesef gezmektedir de… Belki bu derece hakikatten uzaklaşmamış fakat hakikati de bulamamış kimselerin sayısı da az değildir. Bu kimseler de yine tasavvufî terimlerle fıkhî terimleri birbirine karıştırmış olan kimselerdir. Bu kimselere, bazı hâllerinin rahmânî olduğu iddiasıyla ibadetlerin müfsitlerini, yani ibadetleri bozan halleri hafife alan kimseleri misal verebiliriz. İşte hak ehli tasavvuf erbabı bu tehlikeye dikkat çekmiş ve “şeriatsız tarikat olmaz” sözleriyle bu hakikati dile getirmişlerdir.
İlim kişiye bilmediklerini öğretmesinden daha ziyade, bildiklerinin aslında bilmediği ve bilmeye ömür yetiremeyeceği şeylerin yanında okyanusun yanında bir zerre misali olduğu idrakini verir. Böylelikle hakikatte ilim kişiyi kibre değil, tevazuuya sevk etmelidir. Bildiklerinde cesarete, bilmediklerinde ise sukuta sevk etmelidir.
Mizan diğer yazıları
- 19 Ocak 2023 İ'tidal Üzere Olmak
- 08 Haziran 2021 Müslüman Mahallesinde Salyangoz Satmak
- 18 Ekim 2020 Şem´a Yanan Pervane Ol
- 28 Ocak 2020 İlmi Ehlinden Almak
- 28 Eylul 2019 Mezhepler Dinin Kalesidir
- 20 Aralık 2018 Zaman, Tasavvuf Zamanıdır
- 20 Aralık 2018 Gül yaprağı olmak, kolay değil!
- 09 Mart 2018 İlhâm Bilgi Kaynağı mıdır?
- 09 Mart 2018 Şimdi Kuşa Benzedi!
- 09 Mart 2018 Allah’ı Zikretmenin Fazileti
- 29 Ekim 2017 Kem Alet İle Kemâlât Olmaz
- 29 Ekim 2017 Ömer Hüdâî Baba Köğengî Hazretleri ve Mürşidi
- 17 Temmuz 2017 Kıssadan Hisseler
- 17 Temmuz 2017 Nevzuhûr Âlimlere Dikkat!
- 17 Temmuz 2017 Ankâzâde Köstendilî Halîl Efendi’nin, Tûti İhsan Efendi’ye 2. Mektubu
- 17 Temmuz 2017 Allah’a İtimat Etmek
- 23 Şubat 2017 İnsanın Manevî Yapısı ile İlgili Sorular
- 23 Şubat 2017 Kadı Burhaneddin Çilehanesi
- 25 Ekim 2016 Tasavvuf ve Tarikatlarla İlgili Fetvalar
- 25 Ekim 2016 Kutbu’l-Aktâb
- 09 Mart 2016 Nefsin Kötü Hasletlerinden Haset
- 09 Mart 2016 Ricâlü’l-Gayb
- 31 Ocak 2016 Mürşit Kimdir?
- 31 Ekim 2015 Nefsin Kötü Hasletlerinden; Kibir ve Ucb
- 30 Temmuz 2015 Sağlam Bir Tasavvuf Yolunun Esasları
- 24 Nisan 2019 İmam-ı Şâfiî’nin Mürşidi
- 27 Şubat 2015 Ashâb-ı Suffa’nın Tasavvufa Etkisi
- 06 Kasım 2014 İstimdât, Tevessül ve Teveccüh
- 08 Şubat 2014 Beni Seviyorsan / Abdülkâdir GEYLÂNÎ
- 17 Eylul 2013 Hakk Yolunda Cesur Ol
- 17 Eylul 2013 Ey Azrail! _ Cengiz NUMANOGLU
- 25 Mayıs 2013 Mücâhede Ehli ve Huyları
- 16 Şubat 2013 Dostuyla Dost Olmak
- 03 Kasım 2012 Pîr Abdülkâdir Geylanî’nin Akîdesi
- 11 Ağustos 2012 Dualar, Zikirler…
- 05 Ekim 2011 Harabe