Mürşit Kimdir?
İrşad eden, doğru yolu gösteren kılavuz, gafletten uyandıran, manen ve ahlaken olgun ve olgunlaştıran irşad vesilesi kimse...
Mürşit ve şeyh kelimeleri Arapça kökenli kelimeler olup mürşit doğru yolu gösteren, yol gösterici, rehber, öğüt veren, vâiz, eğitimci, öğretmen anlamlarına; şeyh kelimesi ise ihtiyar erkek, lider, başkan, üstad, profesör (güncel sözlüklerde) anlamlarına gelmektedir.[1]
Tasavvuf ıstılahında tarikat lideri, irşad eden, doğru yolu gösteren kılavuz, gafletten uyandıran, manen ve ahlaken olgun ve olgunlaştıran irşad vesilesi kimse manasında kullanılır.
Mürşit, tasavvufta tâbi olunan kâmil insan örneğidir. İslam tasavvuf ekollerinin hemen hemen tamamında müritlerini (tâbilerini ya da intisab edenlerini) terbiye eden, Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’ye ait ölçüleri hayata geçirerek bu ölçüleri nefsinde bizzat yaşayan ve bağlılarını dinin esasları, dini hayat, tevhit, marifetullah, konusunda terbiye ederek onları fenâfillaha (Allah’ta fâni olmaya) eriştirmek için önderlik eden öğretmen anlamında kullanılır.[2]
İslami ilimler; Kur’ân ve Sünnetin incelenmesi, esaslarının ortaya konulması dâhilinde çok geniş dallara ayrılmış, her ilim erbabı kendi usul ve kaidelerini ortaya koyarak tarih sürecinde bu ilimlerde önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Tıpkı fen ve sanat ilimlerinde olduğu gibi dini ilimlerde de usta-çırak usulüyle bilen kimselerin bilgi ve deneyimlerini öğrencilerine aktarması suretiyle eğitim ve öğretim süreci devam ede gelmektedir. İşte bu dini ilimlerden birisi de tasavvuftur.
Her ilim üstadının kıymeti daha ziyade o ilmin erbabı tarafından daha çok bilinirse de, aslında toplumun geneli böylesi mümtaz kişilere saygı ve muhabbet besler. Toplumların her yönüyle ilerlemelerinde, bireylerin toplumun bir ferdi olarak kişisel gelişimlerinde; uzmanlık alanları farklı ve konularında uzman olan bu kişiler, akl-ı selim insanların kanaat ve vicdanlarında toplumun mayası gibidirler.
Mürşitlerin uzmanlık alanı ise İslam ahlâkıdır. Sosyolojik olarak ahlâk, gelişmiş bir toplum olabilmenin hiç de küçümsenemeyecek bir faktörü olduğu gibi dinî bir değer olarak da İslam’ın özü, ibadetlerin manası, İslâma tabi olmanın semeresi denilebilecek bir mahiyettedir. Hz. Peygamber (s.a.s):
“Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim”[3]buyurmaktadır.
Kalbi nefsin hevâ ve isteklerinden, kötü ahlaktan, asılsız evham ve vesveselerden temizlenmiş, nefis ve şeytanın hilelerini bilen, itidal üzere hareket eden, güzel ahlakla bezenmiş bir insan-ı kâmilin; fertlere, hatta toplumlara ne denli hayat veren bir ab-ı hayat misali olduklarını tarih bize göstermiştir. Din-i mübin-i İslam’ın sancağını yükselten, gittiği yerlere adalet ve huzur götüren cihan hükümdarlarının perde gerisinde bu zatları görebiliriz. Sözleri hasta nefislere şifa, karışmış dimağlara cila, susamış gönüllere devadır. Görüşleri isabetli, fikirleri ferasetli, duruşları dirayetlidir. İfrat ve tefritte bulunmaz, hikmet üzere hareket ederler. Doğru yol için rehber arayanlara biçilmiş bir kaftandırlar. Salih kullar, Allah’ın toplumlara bahşettiği nimettirler.
Hz. Mevlana (k.s) şu sözleriyle mürşid-i kâmillerin kıymetlerini dile getirmektedir:
“Onların nefesi, gayb âleminin baharındandır. Onun tesiriyle, gönülde ve canda yeşillik ve tazelik husule gelir.”[4]
‘’Kılavuzsuz yol gidene iki günlük yol, yüz yıllık yol olur.’’[5]
Fakat her şeyhim diyene de itibar edilmez. Hakiki olmayanlarına dikkat etmek gerekir. Şaşılacak bir durumdur ki böylelerinin sayıları da çoktur. O halde şeyhte bulunması gereken vasıfların açıklamasını yapmak gerekir:
Birinci olarak; itikatta, ehl-i sünnet inancında olup, amelde ise dört hak mezhepten biri olan Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbeli mezheplerinden birine tâbi olmalıdır.
İkinci olarak;Peygamber Efendimizin (s.a.s) ahlakı ile ahlaklanmış olmalıdır.
Üçüncü olarak; haramları bilip herkesten daha çok sakınmalı ve farzları yapmakta çok titiz olmalıdır. Sünnet ve bid’at olanları bilmekte ve uygulamakta herkesten önde olmalıdır. Şüpheli olan şeylerden, herkesten daha çok sakınmalıdır.
Dördüncü olarak; mürşitler silsilesi Rasûlullâh (s.a.s) Efendimize kadar uzanan kâmil ve mükemmil bir mürşitten icazet almalıdır. Zira ehliyetsiz bir şoförün arabasına binmekten daha tehlikelidir. Halk arasında meşhur bir sözdür: “Yarım doktor insanı candan, yarım hoca insanı imandan eder.”Allah (c.c) muhafaza buyursun.
Hakiki şeyhi sahtesinden ve nakısından ayırmamız için şu izahatın yapılması da faydalı olacaktır. Şeyhler üç gruptur:
Sahte şeyhler: Şeyhlikle bir alakaları yoktur. Bunlar ne şeriattan ne tarikattan haberi olmayanlardır. Haberleri varsa da dini nefsine uydurmaya çalışanlardır. Bunlar veya bunların yardakçıları olan cahiller, aslı olmayan kerametlerle veya türlü oyunlarla kandırıp, okun yaydan çıktığı gibi insanları İslam’dan uzaklaştırırlar.
Nâkıs şeyhler: Bunlar da kendisinin şeyh olduğunu sanan veya böyle bir durumu olmadığı halde cahil kişilerce şeyh olduğu sanılan kimselerdir. Bunlar, yolda kalmış veya yetişmiş olabilirlerse de irşâda ehliyetli olmayanlardır. Yani mürşid-i kâmil değillerdir.
Bunlardan bir kısmı şeytanın aldattığı kimselerdir. Şeytan bunları bazı keşif ve rüyalarla yanıltarak kendilerini olgun insan gösterir. Hatta kendilerini peygamberlerin seviyesinde görenlerde vardır. Bunlara tabi olanlar da helak olurlar. Bunları anlamak için şeriatı (Kur’ân ve Sünnet’i) iyi bilmek yeterlidir.
Diğer bir kısmı hüddam ile uğraşan şeyhlerdir. Hüddamcılar, cinleri kontrol etmek suretiyle türlü işler görenlerdir. Kendilerinde olmayan manayı varmış gibi göstererek tâbilerini çoğaltmak isterler. Hâlbuki hüddam ile uğraşmak, dinimizin haram kıldığı hususlardan olduğu gibi hele tasavvuf ehlinin semtine dahi yaklaşmamalıdır. Hz. Peygamber de (s.a.s) böyle yapmıştı. Buyurdu ki:
“Cin tâifesinden bir ifrît (korkunç ve zararlı bir cin) dün gece namazımı bozmak için bana apansızın hücum etti. Fakat Allah (c.c) beni ona karşı galip getirdi de hemen onu boğdum. Sabah olunca hepiniz onu göresiniz diye, Mescid’in direklerinden birinin yanı başına bağlamak istedim. Fakat sonradan kardeşim Süleyman’ın şu duâsını hatırlayarak vazgeçtim: ‘Ya Rab! Bana mağfiret et ve bana öyle bir mülk ver ki o, benden başka hiç kimseye lâyık olmasın. Şüphesiz bütün dilekleri ihsan eden Sensin Sen!”[6]
Diğer rivayette, “... Sonra onu yakalamak istedim. Vallahi kardeşimiz Süleyman’ın duâsı olmasaydı, muhakkak bağlanmış olacaktı da Medine halkının çocukları onu oyuncak edeceklerdi.”[7]Hz. Peygamber (s.a.s), Süleyman (a.s) peygamberin duasının kabulü için böyle davranmıştır. Hâlbuki hakiki olan şeyhler Hz. Peygamberin (s.a.s) izinde hareket ederler ve tâbilerini o yola sevk ederler. Halk arasındaki “himmete muhtaç dede, kime himmet ede?” sözü, böylesi kimseleri tarif eder.
Diğer bir kısmı merhum olan şeyh efendinin halifesi olmadığında cemaat dağılmasın diye bazı kimselerin cemaatin başına hoca olarak geçmesi veya halife sanılan, bazı yetkilere sahip dervişlerdir. Bu zâtlar, mürşid-i kâmilin halakayı zikir idaresi gibi çeşitli işlerle görevlendirdiği fakat irşad ehliyeti vermediği kimselerdir. Yâni bu kimseler de şeyh olarak telakki edilmemelidir.
Diğer bir kısım da şeyh-i kâmil olmayan evliyâlar ve üveysi[8]olanlardır. Üveysiler herhangi bir mürşid-i kâmille zâhiren görüşmemiş fakat mana yoluyla yetişmiş olan evliyâlardır. Bu durumun, birçok menâkıblarla tevatüre ulaşması[9]mümkün olduğunu göstermektedir. Fakat bu zâtların yetişmiş olduklarına dâir bir delilimiz olamayacağı gibi, irşâda da icâzetleri yoktur. Evliya ve Mürşid-i kâmiller arasındaki farkı da bilmek gerekir. Evliya manen olgunlaşmış, yetişmiş kişidir. Fakat her evliya dahi mürşit değildir. Mürşit olan zatta yetiştirme vasfı yani irşâd ehliyeti vardır. Anlamak ve anlatabilmek farklı şeylerdir. Mürşid-i kâmiller tıpkı annelerin bebekleri büyüyesiye kadar süt verdikleri gibi, hazmedemeyecekleri bilgileri müridlerine vermezler. İrşâd ehliyeti olmayan velilerde doğal olarak böylesi bir hassasiyet bulunamayabilir. Manevi bir hâlin esmesiyle müridlerin yanlış değerlendirebileceği sözler sarf edebilmesi ihtimal dâhilindedir. Hâlbuki eğitim, öğrenci odaklı olur. Sözün doğru olması önemli olduğu gibi, doğru ifade edilmesi ve doğru anlaşılması da önemlidir. İmam Rabbani Hz.leri bu hususta şöyle bir uyarıda bulunmuştur:
“Kıyas ve içtihat, şeriatın dört temelinden biridir. Buna uymakla emrolunduk, evliyanın keşif ve ilhamına değil.”[10]
Yukarıda sayılan iki gruba da mürşid nazarıyla tâbi olmaktan şiddetle kaçınılmalıdır. Mürşit oldukları sanılmamalıdır. Ehliyetli olmadıklarından eksik veya hatalı durumlara düşebilirler. Hatta cahil ve maneviyatı zayıf olanlarından İslam’a aykırı durumlar ortaya çıkarsa, tâbi olup itaat edenler mesul olurlar. Zira Peygamber Efendimiz (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
“Allah'a isyan olan hususta itaat yoktur. İtaat, ancak meşru olan şeydedir.”[11]İslâm’a aykırı durumları olmasa, hatta mana yolunda bazı bilgilere sahip olsalar bile ulaşılması gereken hedefe ulaştıracak irşad ehliyetleri bulunmadığından; acemi çiftçilerin verimli olan toprakları zâyi ettikleri, ürünü yabancı ot ve haşerattan koruyamadıkları gibi güzel ahlak tohumlarını müridlerin kalplerine güzelce ekmeyi bilemezler. Kabiliyeti kuvvetli nice müridler bile ellerinde ziyân olurlar.
Gerçek Şeyhler: Bunların sayıları azdan azdır. Bu zâtlar ehl-i sünnet inancında samimi mü’minlerdir. Tek gayeleri, Allah rızası için Kur’ân’ı, Sünnet’i ve Peygamberimizin ahlakını yaşamak ve yaşatmaktır. Keramet asla ölçü değildir. Ölçü, Kur’ân ve Sünnet’i yaşamaktır.
Kamil bir mürşide tâbi olmanın avantajları çoktur. Mürşide tâbi olmayanlar bunlardan mahrum olurlar. Fakat istifade için de mürşid-i kâmillerin sözlerine itaat edilmesi, verdiği reçetelerin uygulanması, davasına omuz verilmesi gerekir. Hatta tarikat vazifelerinden önce İslam’a uyulması gerekir. Eğer uyulmazsa böyle kimseleri değil şeyhler, Peygamberler dahi kurtaramaz. Hz. Peygamber, kızı Fatıma’ya şöyle buyurmuştur:
“Ey Fatıma! Amelinle kendini ateşten kurtar. Yoksa ben de seni kurtaramam!”[12]
Mürşid-i kâmillerden istifade etmek isteyen kişiler, o zatlara mutlak itaat etmesi gerekir. Fakat bu, dinimizin “Allah'a isyan olan hususta itaat yoktur”prensibiyle çelişen bir durum değildir. Senelerce kılı kırk yararak, titizlikle İslam’a uyduğu görülen, ahlakı ve ilmi takdir edilen bir zâtın, zâhirde İslama muhalif görünen bir emrine hemen itiraz etmek değil, öncelikle hikmet aranmasını tavsiye etmekten ibarettir. İnsaf etmek dahi dinimizin prensiplerindendir. Bir mü’minin bir mü’min üzerinde hakkı; öncelikle yanlış gördüğü bir fiiline hüsn-i zan etmek, bulamazsa şaşırmak, devam ederse şüphelenmek, yine devam ederse uyarmak, bu da fayda vermezse en son itiraz etmek olmalıdır. Herhalde ki vicdan ehline öncelikle itiraz etmek uygun olmaz. Hele bu mü’min bir özü-sözü bir mürşid-i kâmil ise… Daha hayatın sillesini yememiş toy bir çocuğun babasının yaptığı işleri anlamayarak itiraz etmesi gibi çok büyük bir yanlıştır. İtiraz ederek ilim sahibinden nasıl ilim alınabilir?
Mürşid-i kâmilsiz mana yoluna girmenin tehlikeleri çoktur. Kişi nefis ve ruhun mücadelesinde her daim tarafını doğru seçemeyebilir, şeytanın hile ve desiselerine kapılıp hak ve batılı karıştırabilir. Mürşitsiz mana yolunda gitmenin tehlikelerini Beyazid-i Bestamî (k.s) şu meşhur sözüyle bildirmiştir:
“Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.”
Elbette her ilmi, o ilmin üstadından öğrenmek tartışmasız en akıllıca olan yoldur.
[1] Arapça-Türkçe Sözlük, Mektep Yayınları, Kadir Güneş
[2] Wikipedia
[3] Ahmed, III, 75; Malik, Huluk/8
[4] Mevlana, IV, 1008.
[5] Can Kulağını Aç Hz. Mevlana’dan Özlü Sözler, Âdem Sertel, s.240
[6] Buhârî, Salât/75, Enbiyâ/40; Müslim, Mesâcid/39; Ahmed b. Hanbel, II/298
[7] Müslim, Mesâcid/40
[8] Tâbiinin büyüklerinden Veysel Karani (k.s), Hz. Peygamberle (s.a.s) aynı zamanda yaşamış fakat görüşme imkânını elde edemeden iman etme şerefine nâil olmuştur. Asıl ismi Üveys b. Âmir el-Karnî'dir. Hz. Peygamberin bedeninden değil ruhundan istifade etmesine ve ismine atfen, vefat etmiş mürşid-i kâmillerin ruhlarından istifade ederek mânen yetişen evliyâ zâtlara tasavvuf mensubları indinde ‘üveysi’ denilmektedir.
[9] Buradaki ‘tevatüre ulaşması’ ifadesi akaid ilmi terimi olarak değil, tasavvuf ehli içerisinde çok sayıda rivayet olması bakımından kullanılmıştır.
[10] Mektubat, C.1, 272. Mektub
[11] Buhâri, Ahkâm/4; Müslim, İmâre/39-40
[12] Buharî, Vesâyâ/11; Tefsir (26) 2; Müslim, İman/348-352. (Bu hadis-i şerif şefaat karşıtları tarafından yanlış değerlendiriliyor olabilir. Hâlbuki hakikat öyle değildir. Şefaate güvenip amellerin bırakılmaması için kızı Fatıma (r.anhâ) validemiz nezdinde bu uyarı, tüm Ümmet-i Muhammededir.)
Mizan diğer yazıları
- 19 Ocak 2023 İ'tidal Üzere Olmak
- 01 Aralık 2021 İlimlerde Terimler
- 08 Haziran 2021 Müslüman Mahallesinde Salyangoz Satmak
- 18 Ekim 2020 Şem´a Yanan Pervane Ol
- 28 Ocak 2020 İlmi Ehlinden Almak
- 28 Eylul 2019 Mezhepler Dinin Kalesidir
- 20 Aralık 2018 Zaman, Tasavvuf Zamanıdır
- 20 Aralık 2018 Gül yaprağı olmak, kolay değil!
- 09 Mart 2018 İlhâm Bilgi Kaynağı mıdır?
- 09 Mart 2018 Şimdi Kuşa Benzedi!
- 09 Mart 2018 Allah’ı Zikretmenin Fazileti
- 29 Ekim 2017 Kem Alet İle Kemâlât Olmaz
- 29 Ekim 2017 Ömer Hüdâî Baba Köğengî Hazretleri ve Mürşidi
- 17 Temmuz 2017 Kıssadan Hisseler
- 17 Temmuz 2017 Nevzuhûr Âlimlere Dikkat!
- 17 Temmuz 2017 Ankâzâde Köstendilî Halîl Efendi’nin, Tûti İhsan Efendi’ye 2. Mektubu
- 17 Temmuz 2017 Allah’a İtimat Etmek
- 23 Şubat 2017 İnsanın Manevî Yapısı ile İlgili Sorular
- 23 Şubat 2017 Kadı Burhaneddin Çilehanesi
- 25 Ekim 2016 Tasavvuf ve Tarikatlarla İlgili Fetvalar
- 25 Ekim 2016 Kutbu’l-Aktâb
- 09 Mart 2016 Nefsin Kötü Hasletlerinden Haset
- 09 Mart 2016 Ricâlü’l-Gayb
- 31 Ekim 2015 Nefsin Kötü Hasletlerinden; Kibir ve Ucb
- 30 Temmuz 2015 Sağlam Bir Tasavvuf Yolunun Esasları
- 24 Nisan 2019 İmam-ı Şâfiî’nin Mürşidi
- 27 Şubat 2015 Ashâb-ı Suffa’nın Tasavvufa Etkisi
- 06 Kasım 2014 İstimdât, Tevessül ve Teveccüh
- 08 Şubat 2014 Beni Seviyorsan / Abdülkâdir GEYLÂNÎ
- 17 Eylul 2013 Hakk Yolunda Cesur Ol
- 17 Eylul 2013 Ey Azrail! _ Cengiz NUMANOGLU
- 25 Mayıs 2013 Mücâhede Ehli ve Huyları
- 16 Şubat 2013 Dostuyla Dost Olmak
- 03 Kasım 2012 Pîr Abdülkâdir Geylanî’nin Akîdesi
- 11 Ağustos 2012 Dualar, Zikirler…
- 05 Ekim 2011 Harabe