Mizan

Kutbu’l-Aktâb

Kutbu’l-Aktâb

Pîr Abdülkadir-i Geylânî (k.s) Hz.lerinin kutb-ül aktab hakkındaki bir sözü şöyledir: “Kutbun şeriate ittibasından daha kuvvetli bir ittiba yoktur.”

Sözlükte ‘kutb’ kelimesi (çoğulu aktâb) “değirmenin mili, eksen demiri, eksen; gökyüzünün kuzey yarım küresinde bulunan yıldız; bir topluluğun yöneticisi” gibi anlamlara gelir. Tasavvufta ise “veliler zümresinin başkanı, dünyanın ve âlemin manevi yöneticisi olan en büyük velî” manasında kullanılmış, makamına da ‘kutbiyyet’ denilmiştir.

Tasavvufta, yalnızca ‘kutup’ denildiği zaman en büyük velî anlaşılır. Fakat kutbun yönetimi altındaki çeşitli velî gruplarının her birinin başkanına da kutup denilmektedir. Bunun için en büyük velî olan kutbu diğerlerinden ayırmak amacıyla ona, kutupların kutbu anlamında kutbü’l-aktâb denilir.

İster kâfirlerle, ister müslümanlarla meskûn olsun her yerleşim biriminin mutlaka bir kutbu vardır. [1]

Kutub ifadesine ilk defa Muhammed b. Ali el-Kettânî’de (k.s; ö. 322/934) rastlanır. O, Ricâlü’l-gaybdan bahsederken kutup anlamında kullanılan gavsın bir tane olduğunu söyler. [2]Kettanî’den (k.s) sonra kutuptan daha açık ve geniş olarak Hücvîrî (k.s) bahsetmiştir. O’na göre kutub zâhir ve bâtın, maddî ve mânevî bütün varlıkların eksenidir, yani her şey onun üzerinde ve çevresinde döner, ona dayanır. Onun her şeye feyiz veren bir özelliği vardır. [3]

Abdürrezzâk el-Kâşânî (k.s) kutbu, âlemde Allah (c.c)’ın nazargâhı olan yegâne velî diye açıklamış, kutupların kutbu sayılan bu velînin Hz. Muhammed’in (s.a.s) nübüvvetinin bâtını (hakîkat-i Muhammediyye) olduğunu belirterek bu mertebenin ancak Hz. Peygamber’in (s.a.s) en kâmil vârislerine ihsan edildiğini ifade etmiştir. [4]

Kutbü’l-aktâb çeşitli işlevleri itibariyle kutb-i âlem, kutb-i cihân, kutb-i ekber, kutb-i irşâd, halife, kutb-i zamân, kutb-i vakt, vâhid-i zamân, sâhib-i vakt, hicâb-ı a‘lâ, mir’ât-ı Hak, kutb-i medâr ve gavs adını alır. Mâna âlemindeki adı Abdullah olan kutbü’l-aktâbın biri solunda, diğeri sağında olmak üzere iki imam vardır. Soldakinin mâna âlemindeki adı Abdülmelik olup melekût âlemini, sağdakinin mâna âlemindeki adı Abdürrab olup mülk âlemini yönetir. Kutup vefat edince yerine derecesi daha yüksek olan halifesi Abdülmelik geçer ve Abdullah adını alır. Kutub derecesine eren en büyük velîye kendisinden mânevî yardım istendiği (istigâse) için gavs da denilir. Gavs-ı a‘zam tabiri de kutb-i ekberi karşılar. [5]

İmam-ı Rabbânî (k.s) gavsı kutb-ulaktab’tan farklı olarak, yardımcılarından biri olarak tanımlamıştır.Gavsın, abdâl makamına getirilecek kimseleri seçmede rolü vardır. [6] Mehmed Nuri Şemseddin’in (k.s) Miftâhu’l-Kulûbisimlieserindeki tanımlama da bu şekildedir.

Kutbun özelliklerinden birisi de âdetleri kabul etmek ve onlara göre hareket etmektir. Hâlsahibi evliyalarda ortaya çıktığı gibi kutupta genellikle keramet görülmez. Harikulade olaylar onunhedeflediği bir şey değildir. Yeryüzü onun adına dürülmez, su üstünde veya havada yürümez, esbaba tevessül etmeden yemez. Bu şekilde harikulade bir olay onda gözükmez. Aslında şöyle söylenebilir: Keramet görülmesi de olabilir, olmayabilir de… Çünkü onun bu konudabir iradesi yoktur. [7]

Mehmed Nuri Şemseddin’in (k.s) Hz.lerinin Miftâhu’l-Kulûb isimlieserinde ricalü’l gayb [8]konusu detaylıca ele alınmış, hattâ mana âleminde bir zâtın kutbu’l-aktâb olacağı zaman başından geçen olayları da kitabında şu şekilde tasvir edilmiştir:

Değerli bir kimseye, hilâfet sırrı verileceği zaman, Cenab-ı Hak tarafından Hz. Hızır’a şöyle bir işaret verilir: “Falanın oğlu falan kuluma hilâfet sırrını ihsan eyledim. Git, müj­de ver.” Bu emirle, Hz. Hızır, Peygamberlerin efendisine (s.a.s) gelir, der ki: “Ya Resulallah (s.a.s), falan oğlu falan ümmetine hilâfet sırrı Allah (c.c)'ın ihsanı oldu. Bu husustaki emriniz nedir?” Böyle deyince Fahr-i Âlem Resulullah (s.a.s) efendimiz, Hz. Hızır’a yeşil bir forma verir: “Şimdi git, bu formayı o zata giydir; sonra al buraya getir” buyurur.

Bunun üzerine, Hz. Hızır da o formayı alır, o zata getirir. Şöyle der: “Allah (c.c), kendisine salât ve selâm eylesin; Resulullah (s.a.s) size selâm eyledi, bu formayı da gönderdi. Allah (c.c) tarafından sana hilâfet sırrı veril­diğinin müjdesi ile geldim. Buyurun, sizi bekliyor.” O çok değerli zat da, hemen “Olur…” der, hiç eğlenmeden Resulullah'ın (s.a.s) huzuruna gelir.

Resulullah (s.a.s) efendimiz; çeşitli mücevherat ile süslü çok değerli, bezeli yapılmış bir yüksek kürsü üzerinde oturmuş. Onun vasfı dille yapılamaz; kalemle anlatılamaz, yazı ile anlatmaktan yana da çok yüksek… Sağında ve solundaysa tüm Nebiler ve Resuller oturmuşlar; Allah (c.c) onlara salât ve selâm eylesin. Dört halife dahi oradalar; keza diğer Ashab dahi oradalar… Allah (c.c) onlardan razı olsun. Bütün Pirler, Kutuplar, Ehlullah dahi oradalar… Allah (c.c), sırlarının kudsiyetini artırsın. Bunların her biri, kendi mertebelerine göre; süslenmiş, bezenmiş bir kürsü üzerinde oturmaktalar. Bütün bunları olduğu gibi görür.

Bundan sonra, Resulullah (s.a.s) efendimiz, o zatı nurlu huzuruna alır. Son­ra bizzat karşısına getirtir ve ona teveccüh buyurur. Bu teveccühle; söz, iş, amel çeşidinden ne gibi güzel işleri varsa, tü­münü o zata ihsan buyurur. Her ne hali varsa ona giydirir.

Bundan sonra o zata; mücevherat ile süslü yeşil renkte değerli bir forma giydirir. Başına yine mücevherat işlemeli bir taç giydirir. Onun üzerine, yine mücevheratla süslü bir sorguç takar. Bundan sonra şöyle buyurur: “Cenab-ı Hak, tarafından sana hilâfet sırrını ihsan buyurdu. Be­nim de halifemsin. Tümden ümmetimin terbiyesi sana bırakıldı, uhdene tevdi edildi…” Şeklinde devam eder…

Kutub ve rical’ul-ğayb kelimeleri ayet ve hadislerde açık bir mahiyette bulunmamakla birlikle ehl-i tasavvuf arasında bir terim olarak kullanılmaktadır. Bu durum diğer ilimlerde olduğu gibi olağan bir durumdur.

Pîr Abdülkadir-i Geylânî (k.s) Hz.lerinin kutb-ül aktab hakkındaki bir sözü şöyledir: “Kutbun şeriate ittibasından daha kuvvetli bir ittiba yoktur.” [10]

Bu mertebelere ulaşan zâtlar, iradelerini Cenâb-ı Hakk’ın iradesinde fâni kılanlardır. Yaptıkları işler hâşâ Allah’a (c.c) rağmen, O’nun iradesinden kayıtsız değildir. O’nun izni olmadan bir yaprağın hareketi mümkün müdür? Müdebbir melekler nasıl ki Allah’ın (c.c) emirleriyle kâinatta bazı tasarruflarda bulunuyorsa kutupların durumu da buna benzerdir. Hâşâ bazı kimselerin iddia etiği gibi şirk değildir.

Bunun şirk olarak telakkisi edilmesi, aslında üzerinde durulması gereken bir husustur. Çünkü mücessime fırkasına benzer bir anlayışla, Allah’ı (c.c) cisimleştirmeye meyleden inanışlar, velilerin manevî sıfatlarla muttasıf olması inanışıyla çelişebilir. Şöyle ki bu yanlış itikat; maddeleştirilen Rab ile manalaştırılan kulun birbirlerine benzediği veya aşırı yaklaştığı vehmine düşürüp kişide hastalıklı bir şirk telakkisi oluşturabilir. Belki de ehl-i tasavvufa yapılan bu eleştirileri haddi zâtında kendi itikat ve nefislerine yapmalıdırlar.

 

[1] El-Fütûhât, IV, 76; Tehânevî, II, 1167

[2] Şa‘rânî, et-Tabakât, I, 95

[3] Keşfü’l-mahcûb, s. 249, 329, 346

[4] Istılâhâtü’s-sûfiyye, s. 145

[5] TDVİA, cilt: 26, sayfa: 498-499

[6] İmam-ı Rabbânî, Mektubât-ı Rabbânî, çev. Kasım Yayla, Merve Yay., İstanbul 1999, c. I, s. 494.

[7] İbn Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye (Mısır), c. II, s. 574.

[8] “Kutb’un yönetimi altındaki velilerden müteşekkil olan ordu” anlamında bir tasavvuf terimi

[9] Mecmûu fetâvâ, II, 363, 376, 433, 440

[10] Abdulkadir Geylânî, Risâleler, haz. Dilaver Gürer, İnsan Yay., İstanbul 2007, s. 176.


Mizan diğer yazıları