Editör

Ankâzâde Köstendilî Halîl Efendi’nin, Tûti İhsan Efendi’ye 12. Mektubu

Ankâzâde Köstendilî Halîl Efendi’nin, Tûti İhsan Efendi’ye 12. Mektubu

Mürşid gerektir bildire Hakkı sana Hakka’l-yakîn Mürşidi olmayanların bildikleri gümân (hata) imiş

Kıymetli ve muhabbetli, gönlümün muhatabı İhsan Efendi oğlum! Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti, bereketi ve selâmeti her daim üzerlerinize olsun.

Pek kıymetli evlâdım, günler geceler süratle geçmekte. Karar kılacağımız menzile her nefes daha çok yaklaşmaktayız. Cenâb-ı Hakk şimdiden bizleri mübarek menzillere eriştirsin ve akıbetimizi muttakilerin akıbeti gibi eylesin. Menzile varmak için kat edilecek yol uzun, ömür ise kısa ama Cenâb-ı Hakk ihsan ederse benim İhsan Efendi oğlum; o menziller, o yollar kat edilir, dürülür; elbet subh-ı maksut görülür.

Hakk tecellî eyleyince her işi âsân eder.

Halkeder esbâbını bir lahzada ihsan eder.

Çok sevdiğim evlâdım, gözlerinden akan yaşlar senin gözlerinin cilasıdır; gözü yaşaran, kalbi titreyen, yüzü kızaran kimselere “derviş” denir. Mahşerde ağlatılmadan evvel burada ağlamayı meşk edenler orada Cenâb-ı Hakk’ın cemâliyle ve cennetiyle güleceklerdir.

Şunu da arz edeyim ki: Göndermiş olduğun mektubun üzerinde iki damla gözyaşını fark etmem beni de ağlattı. Allah muhabbetini ve muhabbetle akıttığın gözyaşını ziyade eylesin. Ağlamak er kişinin hâlidir. Ağlamayı bilmek gerçek erlerin işidir.

Gayretli ve muhabbetli evlâdım! Nefis derecelerinde, daha evvel de arz ettiğim gibi, Nefs-i Mülhime yani ruh makamı; dervişliğin hem başlangıcı, hem kemâlden sonra karar kıldığı mertebe, hem de bazı sapkınlar için dervişliğin başlamasıyla bitmesi mahallidir. Bu makamın ve nefis derecesinin manevî hazmı zordur. Bidayettekinden Başlangıçtan yani yeni dervişlik makamından çok daha ziyadesiyle (fazlasıyla) şeyhle irtibat ve onun sözüne çok daha fazla riayet ve teslimiyet makamıdır. Hem tarîkat erkânımızdan hem de bu nefsin askerlerinden bazı sıfatları zikretmek ve bir nebzecik olsun bu makamın ahlâkından sadra şifa (gönlü rahatlatması, kalbe iyi gelmesi) niyetiyle bahsetmek bizlere vacib oldu. Sen de inşallah bu tenbihattan sonra bunları tutmanın vacib olduğunu idrak edersin. Evvel sıfat tevazudur. Tevazu haddini bilmektir. Kendisinde bazı nimetler, güzellikler, ilme ve hâle ait bazı tecellîler olduğunu bildiği hâlde bunların sahibi olmadığını, kendisinde emanet olduğunu idrak ederek cümle kullardan edna (daha aşağı) olduğunu düşünmek ve devamlı müteyakkız (uyanık) olma hâlidir. Belki kalbinden şöyle bir sual geçebilir: Tevazu sadece bu makamda mı lazımdır, diğer derecatta tevazu hâli yok mudur? El cevap, deriz ki: Mülhime makamındaki tevazu ile Mutmainne makamındaki ve diğer derecattaki tevazu hâl bakımından değişiktir. Yoksa edebin bütün şubeleri gibi her makamın edebi ve erkânı vardır. Şöyle izah edelim ki: Mülhime’de olan kişi kendi varlığından da karşıdaki kulun varlığından da haberdardır. Tevâzuun ölçüsünü bu mukayese ile yapar. Lakin kâmillere göre bu dahi eksiktir. Zira kâmile lazım olan kendinde hiçbir şey görmeden, kendini de fark etmeden bu hale bürünmesidir. Hatta tevazu cihetine de kendisi yönelmeyip bizzat Allah’ın o hâli o kişiye giydirmesidir. Böyle olan zevatın hâline mütevazı denmez ehl-i mahviyyet denir. Yani kendinde vücud görmez ki gayriden düşük olduğunu iddia etsin, ne kendüyi görür ne gayriyi. Tevâzuun menşei edebin ve îmânın menşei olan kalptir. Ol sebepten sadece akıl ile yapılan, şeklen tevazu gibi olsa da kişiyi Cenâb-ı Hakk’a yaklaştırmaz. Hatta çoğu zaman gösterişten ibaret ve belki de karşıdaki insana üstünlük taslamak hâlini alır. Onun için derler ya: “Fazla tevazu kibirdendir.” Ahlâk ve edeb öyle bir nesnedir ki, Cenâb-ı Hakk’a yakınlığı ve bu yakınlıktan sonra da uzaklaşmamayı insana ihsan eder. Velhasıl anlaşıldı ki edebin menşei kalptir. Kalbin zinetlenmesiyle, parlamasıyla insanda ahlâk inkişaf eder. Başka türlü ruhî tekâmül mümkün değildir. Ve yine ol sebeptendir ki tevazuun, Mülhime’nin sıfatlarından oluşu bu makamın ruh makamı olmasındandır. Bir kimsede ruhî nazar (ruhi görüş, ulvi bakış) veya basiret zuhur etmedikçe nefsanî zilletin (nefisle alakalı çirkinlikleri ve düşüklüklerin) farkına varmaz. Her ne kadar taklid ile bu ahlâkı üzerine giymeye çalışsa da, ya dar gelir sıkar yahut bol gelir düşer. Diğer ahlâkı buna kıyas eyle.

Mülhime’nin bir diğer sıfatı da cömertliktir. Yani sehâvettir. Hazret-i Fahr-i Âlem “Sahî kişi (cömert insan)muhakkak cennete girecektir. Velev ki hasbelbeşer günah işlemiş olsun.” buyurmaktadır. Cömertlik ayıpları örter. Bu öyle bir örtüdür ki nefsin üzerini örter, ruhun yükselmesine mâni perdeleri de ref eyler (kaldırır). Cömertliğin şubeleri vardır. En önemlisi nefsinden cömertlik etmektir. Her nefis rahatı, günahı, şehevî zevki ve başkasına üstün gelmeyi ister. Ve kendi hâline bıraksan hayırlı bir fiil işlemek derdinde olmaz, ibadet ve çalışma saatinde yatmayı, yatmaktan daha zevkli bir şey bulursa onu yapmayı ister. İşte bu; nefsin arzularına muhalefet etmek, bize sermaye olarak verilen nefis ve candan infak etmek, demektir. Yani bir nevî cömertliktir. Candan infak etmenin derecesine göre insanlar da derecelenir. Enbiya-i Kiram Hazeratı (Yüce Peygamberler) mahlûkatın en cömertleridir. Onlar- daki cömertlik herhangi bir kişinin kendi gayreti ve tedbiri ile yapılabilecek bir infak değildir. Onlar Cenâb-ı Hakk ‘ın kudret eliyle infak ederler. Sair beşer buna muktedir değildir. Yukarıda zikrettiğimiz tevazu hâlinin farklı derecelerde farklı hâli olması gibi. Enbiyadan sonra en cömert insanlara “sıddîk” derler. Ondan aşağıdaki makama “şehitlik” derler. Şimdi kıyas eyle, canını Allah yoluna verenlere şehitlik rütbesi veriliyor, sıddîkıyet nasıl bir sahavet (nasıl bir cömertlik) ister ki şehâdetten üstün bir mertebe olmaktadır. Anın için her sıddîk aynı zamanda şehittir. Ama her şehit sıddîk makamına çıkamaz. Şehitlikten sonra gelen infak derecesine sülaha (salihler) ve evliya (Allah velileri) menzili derler. İşte hep böyle, kişi cömertliği miktarmca Allah katında derecelere nail olur. Amma bir kimse cömertliğini yani infak etmeyi, Resûl-i Ekrem Efendimiz’e ve O’nun ahlâkına benzeterek yaparsa onun da ruhu; peygamberler, sıddîkler, şehitler, sâlihler yani velîlerle beraber olur, onlarla ülfet kapısı açılır. Onlarla beraber olur. Cömertliği kendisine huy edinen ve bundan zevk alan kişi küfürden bile kurtulabilir, Allah’ın îmânına mazhar olur. Ama infak etmeyen, cimrilik yapan kişi diğer sâlih amelleri yapmaya çalışsa da neticede fısk u fücurdan kendisini kurtaramaz. Hatta Allah muhafaza, cennetten mahrum olur. Velhasıl Allah Teâlâ’nın cennetine ve cemâline mazhar olacak kişiler arasında bir tane bile nekes ve cimri yoktur. Cenâb-ı Hakk razı olduğu cömertlerden eylesin! Zira bazı cömertlik suretinde mübezzirlik (israf etme, haram olan şeye sarf etme) de en az cimrilik kadar kişiyi helak eden sebeplerdendir. Haram iş yapması için birine mal mülk sarf etme; kumar oynaması, içki içmesi için sermaye verme veyahut rızaya uygun olmayan bir işle kendini, nefsini harc etme, cömertlik değil mübezzirlik yani şeytanla arkadaşlıktır. Allah muhafaza! Bu nasihatimi sadece bu nefis derecesinde olan kişilere anlatmakla iktifa etme! (yetinme!). Bu hususları halka, insanlara sohbetle vaaz u nasihatle yaymaya ve onları irşad etmeye gayret et.

 

Pek kıymetli İhsan Efendi oğlum, Nefs-i Mülhime, nefiste ruhun tasarrufunun açıkça görüldüğü makamdır. Bu makamın diğer sıfatı dahî, kanaattir. Tevazu, cömertlik ve kanaat bir kimsede ahlâk olarak yerleşirse en azından Mülhime makamının lezzetini ve oradan da seyr u sülûkun bereketini görmesi imkânı doğar. Öteki türlü, şöyle bir o makamın kokusunu koklatırlar amma ondan sonra baş aşağı bırakırlar.

Kanaat nedir? Kanaat halk nazarında ayrı manaya kullanılır, Hakk katında ise ayrı bir manaya sahiptir. Bize düşen Hak katındaki rızaya uygun hâle ermek için gayret etmektir. Cenâb-ı Hakk bizi halk eyleyip halk içerisine gönderdi amma halka tâbi olalım diye değil Hakk’a tabi olalım diye. Bu dahi kanaatin bir tarifidir zira bir kişi kendi bileğinin hakkı ve emeğinin hakkıyla, halka taksim edilen hakkı, birbirine karıştırır ve kıyas ederse kanaat derecesinden düşer. Yani çalışacak, gayret edecek ve hatta son ânına, son kuvvetine kadar azimle kazanmak için yorulacak amma kazandıktan sonra da âhârın (başkasının) kazandığıyla meşgul olmayacak ve onunla kendisini kıyas etmeyecek. Yoksa kanaat, halkın anladığı gibi, günlük maişetini temin ettikten sonra dükkânını kapatmak değildir. Çalışma saatleri içerisinde ve kuvveti yettiğince çalışır, rızkını çıkartmaya gayret eder. Kazandığı kendisine yetmezse “Buna da şükür!” der. Kendisine yetecek miktardan fazla kazanırsa onları hayır yere sarf eder. “Bana bu kadar yeter elhamdülillah!” deyip dükkânını kapatan kişiye büyüklerimiz der ki: “Bu kanaat ve şükür değildir! Sen kanaatini göstermek istiyorsan kazan, kazan da başkasına sarf et.” Cömertliğin tadım alan kişi kanaatin zevkine de erişir. Kanaati Cenâb-ı Hakk’ın rızasına muvafık olarak tatbik eden kimse de cömert olma hâline erişir. Velhasıl, kanaatin manası halk katındaki kazançlarla değil Hak katındaki kazançlarla meşgul olmak ve ona gayret etmek, demektir. Ve gayretini Hakk için teksif etmektir. Bu ahlâka sahip olanlar ölme raddesine gelse Hakk’la işi olmayan insandan bir nesne talep etmez. Ölümü göze alır, alçak insana yüzsuyu dökmez. Hazret-i Ali Efendimizin buyurduğu gibi. Kanaat sahibi derviş kişi açlıktan ölme raddesine gelse yanındaki kulun ekmeğine elini uzatmaz. Zira Hakk’a teslimiyeti ve Hakk’tan ayrılmama niyeti cömertlikle, kanaatle o kimsenin kalbinde öyle yerleşmiştir ki bunu kaybetmektense, kalıbını dinlendirmeyi yeğler. Zaten dervişlik de kalple kalıbı birbirinden ayırt etmek veyahut birbirine karıştırmamak hatta rızaya uygun şekilde bunları tevhid etmek değil midir?

Anlaşıldı ki Mülhime makamının en önemli sıfatı; gerek cömertlik gerek kanaat ve gerekse tevazu olsun neticede “Hakk’a teslimiyet” tir, vesselam! Bu makamda Hakk’a teslimiyeti bilmeyen öyle bir düşer ki bu, Emmare’den ve Levvame’den düşmeye benzemez. Hakk’a teslimiyet de tevazuu, cömertliği ve kanaati ister. Bunlar olmadan Hak, bir kişiyi teslim almaz. Teslim olmayan kişi salim olamaz, salim ve selâmette olamayan kişiyse asla Sırat-i Müstakîm’de karar kılamaz ve sabitkadem duramaz. Cenâb-ı Hakk, bu makamdan ayağı kayarak düşmekten muhafaza eylesin. Zira bu makam dervişliğin artık zahir olduğu makamdır. Nefis derekesinde olan, ayağı takılır düşer; beş metreden düşer, on metreden düşer amma, bir adam, ruh ve ceset beraber ruhun kanatlarına takılır da sonra o ruhun hâline bürünemezse, öyle bir düşer ki, nefis öyle düşmeye takat getiremez. Bu düşme de, ayağı takılıp düşmeye benzemez. Anın içün bu dervişlik makamına “Girme girme, çıkma çıkma” demişler. Cenâb-ı Hakk sû-i ahlaktan (kötü huydan, kötü ahlaktan), hakîkate ermek niyetiyle olmayan taklitten, bizleri ve cümle sâliklerimizi muhafaza eylesin.

Azîz evlâdım İhsan Efendi, risalemin (mektubumun) başında “yol uzun, menzil uzak, ömür ise çok kısa” demiştim. İşte bu mesafeleri kat etmek için lazım olan ruh kanatları bu menzilde derviş kimseye ihsan edilir. Cenâb-ı Pîr Monlâ-yı Rûm Celâleddîn-i Rûmî Efendimiz’in buyurduğu gibi, kim bu kendisine bahşedilen kanatlan ruh tarafına yani Hakk’a bakan yönüne doğru çırparsa Allah ona, kendi kudretinden başka kanatlar ihsan eder. Talihi yaver gider. Amma kim ki bu kanatları nefis ve halk cihetine çırparsa neticede çamura bulanır o kanatlar, sırtına yük olma belasıyla karşı karşıya kalır. Yürüyen veyahut yerde sürünen için toprağa bulaşmak ayrı bir dert, velâkin kanadı olduğu hâlde çamura bulaşmak çok ayrı bir derttir. Sonra, ibretle bakmaz mısın, kuşlar kanadıyla doğar ama hemen uçabilir mi? Uçmayı bilen, ya annesinden ya babasından talimi görmeden veyahut onlar yuvadan uçurmadan palazlanmaya kalkan yavru kendisini yerde bulur ve helak olur. Ya kendi kendisini yakar veyahut başka mahlûka yem olur. Zaten mürşid sözü, şeyh nasihati tam da bu makamda lazımdır. Zira kanadı olmayana uçmak talim ettirilir mi? Amma gel gör ki kanatlandığını fark eden bazı kimseler mürşidane irtibatlarını kesmeye kalkar, kendi başlarına da uçmaya heves ederler. Şimdi bu menzilde dervişe lazım olan Hakk’a teslimiyeti erbabından talim etmektir. İşte bu makamdan dem vurup da bir mürşide tâbi olmayan kişiler için Hazret-i Niyazî-i Mısrî buyurur ki:

Mürşid gerektir bildire

Hakkı sana Hakka’l-yakîn

Mürşidi olmayanların bildikleri gümân (hata) imiş

Cenâb-ı Hakk bizlere Kur’ân-ı Kerîm ve Kelâm-ı Kadîm’inde beyan buyurduğu raşidlerden olmayı ihsan eylesin. Vakitler hayr olsun; demler, safalar ziyade olsun. Allahu Azîm-üş Şân, ism-i zâtı nuru ile kalbimiz, cümle eczâ-yı vücûdumuz pür nûr olsun. Ol Habibinin nuru ile de “nurun âlâ nûr” sırrına cümlemiz nail kılınsın. Kalp gözlerimiz küşad, çerağlarımız rûşen, günahlarımız afv ve mağfiret, cümle ümmet-i Muhammed de her türlü âfâttan hıfz ü himaye ve emin kılınsın. Allah’ın rahmeti, bereketi, hidâyeti ve inayeti sizlerin ve bizlerin daima üzerine olsun.


Editör diğer yazıları