Editör

Tasavvuf-Abdülkadir GEYLANÎ (k.s)

Tasavvuf-Abdülkadir GEYLANÎ (k.s)

Fenâ makamı gerçekleşince, sûfî ebedi olarak Hakk ile birlikte kalır.

Tasavvuf kelimesi dört harften oluşur: TÂ, SÂD, VÂV, FÂ.

TÂ harfi; tevbe kelimesinin başındaki Tâ’dan alınmıştır.

Tövbe, zahir ve bâtın olmak üzere iki kısımdır. Zahiri tövbe;

“Kişinin bütün zahiri organlarıyla günahlardan ve kötülüklerden taata (iyiliklere, sevaplara), söz ve eylem olarak emirlere aykırılıklardan uygun olanlara dönmesi” demektir.

Bâtınî tövbe ise, “Kişinin, kalbin tasfiyesi sayesinde, bâtının bütün halleri ile emirlere bâtınî olarak aykırı olan hususlardan uygun olanlara dönmesi” anlamına gelir.

Kötülenen huyların övülen huylarla değiştirilmesi gerçekleştiği zaman, TÂ’nın Makamı sona ermiş olur ve o kişiye “Tâib / Tevbe eden” denir.

SÂD harfi; “Safâ” (sâf, temiz, hâlis, arı) kelimesindeki Sâd’dan gelmektedir. Bu da iki çeşittir; kalp temizliği ve sır temizliği.

Kalp temizliği, kişinin kalbini beşerî kirlerden ve tasalardan temizlemesidir. Bunlar, helal rızıklarla da olsa çok yiyip-içme, çok konuşma, çok uyuma; ayrıca fazla kazanma hırsı, cimaya düşkünlük, çocuk ve hanıma karşı ileri derecede aşırı sevgi gibi nefsanî menhiyattan ötürü hep dünyevî şeyleri düşünmek sebebiyle kalpte oluşan ilintilerdir.

İşte kalbin bunlardan temizlenmesi, başlangıçta ancak cehrî telkin yoluyla Allah’ın zikrine devam etmekle mümkün olabilir.

Bu kişi nihayet, “Müminler, ancak o kimselerdir ki, her zaman Allah anılsa, kalpleri korkuyla titrer.” (Enfâl, 8/2) buyruğundaki hakikat makamına ulaşır. Bu âyetteki “kalplerinin titremesi”, kalplerinin haşyetli (saygı içinde) olması demektir.

“Haşyet” ancak kalbin gaflet uykusundan uyanması ve zikirle cilalanmasından sonra elde edilir. Öyle ki, bundan sonra hayır ve şerden gayb resimleri o kalbe nakşolur. Nitekim şöyle bir söz vardır.

“Âlim, nakşeder, ârif ise cilalar.”

“Sır temizliği” ise; kişinin sır lisanı ile tevhid isimlerine devam etmek suretiyle, Allah Teâlâ’dan ve O’nun sevgisinden başka her şeyi düşünmekten/aklına getirmekten kaçınmasıdır. Bu tasfiye hâsıl olunca, Sâd Makamı tamamlanmıştır.

VÂV harfi, “Velâyet” kelimesinde ki vâv’dan gelmektedir. Tasfiyeden sonra velâyete ulaşılır. Bir ayet-i kerime de şöyle buyrulmuştur.

“Unutmayın ki Allah’a yakın olanların (evliyâ) korkmaları için bir sebep yoktur. Onlar acı ve üzüntü çekmeyecekler.” (Yunus 10/62)

Velâyetin sonucu, Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmaktır. Nitekim bir hadiste, “Allah’ın ahlakı ile ahlaklanınız” buyrulur. Yani “Allah’ın sıfatları ile sıfatlanın” demektir.

Allah’ın sıfatlarıyla ancak beşerî sıfatlardan soyutlandıktan sonra sıfatlanılabilir. Nitekim bir kudsî hadiste şöyle buyrulmaktadır.

“Ben bir kulu sevdiğim zaman, onun kulağı, gözü, eli ve dili olurum. O benimle işitir, benimle yürür benimle görür, benimle tutar, benimle konuşur.” (Buhârî, Rikâk/38; İbn Mâce, Fiten/16)

“O halde de ki; değişmeyen gerçek geldi, sahte ve tutarsız olan yıkılıp gitti…” (İsrâ 17/81) ayetinde buyrulduğu gibi, Allah Teâlâ’nın dışında her şeyden arının. Böylece Vâv Makamı hâsıl olur.

Nihayet “Tasavvuf” kelimesindeki son harf olan Fâ harfi, “Fenâ Fillâh”a işaret etmektedir. Yani, Allah Teâlâ’dan başka her şeyden geçip, O’nda yok olmak…

Beşerî sıfatlar yok olunca, geriye “ehadiyyet” sıfatları kalır. O sıfatlar yok olmaz, başkasına geçmez ve zâil olmaz. Böylece fâni olan kul, Bâkî olan Allah ve O’nun hoşnutluğu ile, fâninin kalbi de Bâkî’nin sırrı ve nazarı ile birlikte kalmış olur. Şu ayette buyrulduğu gibi:

“O’nun (ebedî) zatından başka her şey, herkes yok olmaya mahkûmdur.” (Kasas, 28/88)

Bu âyette geçen “vech” kelimesi, “rıza” şeklinde tevil edilebilir. Yani; “O’nun vechi ve rızası için yapılarak O’na yönelen sâlih ameller” şeklinde anlaşılıp, “râzı olunanın râzı olanla birlikte kalacağı” söylenebilir.

Sâlih amelin neticesi, tıflü’l-meânî adı verilen insanın hakikatinin canlı kalmasıdır. Şu âyette buyrulduğu gibi:

“Bütün güzel sözler O’na yükselir, bütün doğru ve yararlı işleri (sâlih amel) O yüceltir.” (Fâtır, 35/10)

Allah’tan başkası için bir ortaklık bulunan her amel, kendisini işleyeni helâk edicidir. Fenâ fillâh gerçekleşince, kurbet âleminde bekâ hâsıl olur. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur;

“Allah’a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar, kendilerini bir bahçeler ve akarsular (cennetinde) bulacaklar; her şeyin belirleyicisi olan kudret sahibinin huzurunda, (saf) gerçeğin tahtı üzerinde…” (Kamer, 54/54-55)

İşte bu, lâhût âleminde peygamberler ile velilerin makamıdır.

“Siz ey imana erişenler, Allah’a karşı sorumluluk bilincinden uzaklaşmayın ve hep doğru sözlü kimselerle beraber olun!” (Tevbe, 9/119) âyetinde buyrulduğu gibi.

O halde, hâdis/sonradan olan, Kadîm/ezelî ile birleşince, ortada onun varlığı diye bir şey kalmaz. Şu beyitte dile getirildiği gibi:

Zât’ın sıfat ve fiillerinin hepsi kadîmdir, zevâlden korunmuştur.

Fenâ makamı gerçekleşince, sûfî ebedi olarak Hakk ile birlikte kalır.

“İman edip, sâlih amel işleyenlere gelince, içinde ebedi kalmak üzere cenneti hak edenler bunlardır.” (Bakara, 2/82) âyetinde buyrulduğu gibi.


Editör diğer yazıları