Editör

Ankâzâde Köstendilî Halîl Efendi’nin, Tûti İhsan Efendi’ye Mektubu (38. Mektub)

Ankâzâde Köstendilî Halîl Efendi’nin, Tûti İhsan Efendi’ye Mektubu (38. Mektub)

Adam olan daha ilk esmâda kâmillerin halini tahsil edebilir. Mesele ihlâs ve samimiyettir.

Efendi! Büyük bir sorumluluk omuzlarınıza yüklenmiş oluyor. Bunu evvelki mektubumda ayân beyân anlattım. “Tâc, hakikat tacıdır. Sanma gayrı tâc ola. Taklîd ile tok olan, hakikatte aç ola”…

İhsan Efendi oğlum, kişi güneşe yeryüzünden baktığı vakit onu uzaktan gördüğü için kendi âlemine nispetle küçük görür. Hatta elini şöyle güneşe tutsa o küçük el ayası gözüne gelen ışığı kapatmaya kâfidir. Şimdi, bir de kişinin yükseldiğini ve dünya semâsını da geçip fezâya çıktığını hayal et. Güneşe yaklaştıkça onun büyüklüğünü fark eder ve aslında kendisinin ne kadar küçük olduğunu müşahede eder. Hatta dönüp de geldiği yere nazar etse yani dünyasına baksa onun bile güneş karşısında küçük ve nursuz olduğunu görür. Güneşe yaklaşmak ne mümkün! İnsan güneşin hem hararetinden hem heybetinden hem de büyüklüğünden hayrete düşer. İşte kişinin seyr u sülûku da böyledir.

Bak birazcık anlatayım. Kişi ilk önce dervişliğe özenir, muhabbet eder ve derviş olmanın ne kadar büyük hal olduğunu kendince tasavvur eder. Kişi derviş olmadan önce bu hale özenir ve “ah bir intisâb etsem” der. Ham ervah intisab etse derviş olduğu zannıyla yahu o kadar da zor değilmiş diyerek hevesini tatmin eder. Amma kâmil fıtratta olan ve intisabın özünden feyz alan derviş, sülûka dâhil olduğu vakit mahcubiyeti artar, heves ettiği dervişliğin kendi bildiğinden de büyük bir makam olduğunu fark eder. “Nasıl cesaret etmişim de bu nâkıs halimle derviş olmuşum” diyerek mahcubiyetle ve muhabbetle sülük eder. Öte yandan bu terbiyeyi alamamış ham derviş kendince yola devam eder. Manevi halakaya dâhil olduktan sonra, başka esmâlara geçmek hevesi başlar. “Şu esmâya çıksam, terfi etsem” diye hayal kurar. Bu hal çok makbul olmasa da kötü bir hal değildir, mazur sayılır. Zira hâlâ çocuktur, cezaya uğramaz. Çocuğu yürütmek için karşıdan şeker veya oyuncak tutarlar. Tıfıl veled de “şeker alacağım, oyuncakla oynayacağım” diye yürür. Şekeri gösterenin muradı şekeri vermekten ziyade çocuğu yürütmek, korku ve vehimlerinin meşguliyetinden onu kurtarmaktır. Sevdiği bir şeyi gösterirler, çocuğu tıpış tıpış yürütürler. Bu çocukluk hali devam eder, kemâlden ve kendisini irşad edenin irfanından nasîbdâr olamazsa bu sefer “aman hırka giysem, yok dallı giysem, bir de başıma tâc koysalar” deyu heves eder.

Burada ekseriya görülen ahvâli beyân ediyorum. Bunu da geçelim. Neticede başına tâc-ı şerîf, sırtına da hırka giydirildiğini düşünelim. Hâlâ o kimse hevâ ve heves peşinde çocukluktan kurtulmaz, sadece elde ettiği oyuncakları büyütür, kendi küçük kalırsa vay haline! Zira bu durumda o kişinin seyr u sülûku kendi istidadına (kabiliyetine) göre tamam olur. Aynı sınıfta çocuğu bir sene okutursun, iki sene okutursun, hadi üç sene okutursun. Eşek kadar olduğu zaman hâlâ onu mektepte tutmazsın ki, eline verirsin icâzeyi, “uğurlar olsun” diye gönderirsin. Çünkü seyr u sülûkta adam olacak kişinin manâ ve kemâlatı dolduracağı kabı genişletirler ve içindeki cevheri ortaya çıkarmaya çalışırlar. Hariçten bir şey komazlar ki, hariçten yapılan müdahale içerdeki cevheri çıkarmak kastıyladır. Pirlerin dediği gibi; “Mürşidler kuyucu gibidir.” Kuyucu suyu çıkarmak için kazar, suya mâni olan perdeleri ve toprağı yani cürûfu kaldırır atar. Herkeste bu âb-ı hâyat (hayat suyu) mevcuttur. Kiminde beş arşında, kimisinde yüz arşında çıkar, amma çıkar. Sabitkadem olmak ve terbiyeyi kabul etmek lâzımdır. İşte zâhirde kalan ve manen bulûğa eremeyen derviş müsveddesi bu manevi kabın büyümesine şekilperestliğinden dolayı müsaade etmez. Ona verilen emanet, kaptan taşmaya başlar. Terbiye kabul etmez. Cenâb-ı Hakk muhafaza eylesin.

Benlik şaibesinden geçen kişi böyle değildir. Aynı fezâya çıkıp güneşe yaklaşan kişi gibi her emanete mazhar oluşta yakîn hali geldiğinden, hayret ve mahviyeti artar. Hizmet aşkı, ibadet taat gayreti, hata yapmamak için dikkati ziyâdeleşir. Feyizli dervişler, hep böyle ermişler ve hep böyle görünmüşlerdir. Yani esmâ kimisinde ilaç, kimisinde gıdadır. Esmâda ilerlemeyi hüner sayan gâfiller hiçbir şey bilmiyorlarsa dönsünler de Şah-ı Velî İmam-ı Ali veyahut Hazret-i Pir Cüneyd-i Bağdadî Efendimiz’in virdlerine baksınlar. Hazret-i Ali Efendimiz, iki cihan serveri Efendimiz’den bir esmâ gördü. Hazret-i Cüneyd-i Bağdadî Efendimiz ism-i Celâl ile mükaşefeye ve kemâle nâil oldu. Tabiî ki birçok esmâ var bize bildirilmeyen lâkin onların vird edindiği. Ancak bendeniz burada başka bir şey anlatmak istiyorum. Yani zâhiren telkin olunan esmâ bundan ibaretti. Adam olan daha ilk esmâda kâmillerin halini tahsil edebilir. Mesele ihlâs ve samimiyettir.

Bendeniz çok tâc-ı şerîfli hokkabaz tanıdım. Bunlar kaşarlanmış dervişlerdir. Arkanı dönersin gıybetini yapar. Tarikattaki rütbesini fukaraya hizmet için değil, el âleme tekebbür için kullanır. “Biz şeyh huzurunda çok durduk, senelerdir de tekkede bulunduk, göbek bağımız burada gömülü” diyerek kendilerini oldum zannederler. Ne adam beğenir ne hizmet beğenirler. Sor bakalım, halden ne haber? Esmanın hakikatinden ne haber? Hani hüsn-i zan? Hani şefkat? Rahmet, merhamet? Hani Allah korkusundan yaşaran gözler, sararan tenler? Hani âşıklara muhabbet, ülfet? Tevâzu, rıza, kanaat, ülfet? Dervişân karşısında mahviyetle hizmet? Bulamazsın.

Ne zâhir var ne bâtın, ne şeriat var ne tarikat. Ondan sonra avâmı da küçük görür, sanki kendileri manâ ilmine ve haline erişmişler gibi bir de öyle kibir ederler. İşte Hakk Teâlâ da böyle cemiyetlerden manâ ilmini sıyırır, geriye böyle kabaklar kalır. Bakarsın şeyhe yalakalık var, amma şeyhin dervişânına hiç muhabbet yok.

Eski meşayih ne yaparlarmış biliyor musun? Kendilerine tekbirlenen tâc-ı şerifin destarına farklı kumaştan bir parça sarık ilave ederlermiş. Böyle yapan bir zâta sormuşlar “Efendim niçin böyle ediyorsunuz?” diye. O da cevaben “Bu üzerimdeki kisve, yoluma ve büyüklerime aittir ve bana emanet olarak verilmiştir. Bende kemâle veya güzelliğe dair bir şey görürseniz yolumuzdandır. Büyüklerimizin himmetidir. Tenezzülen bizden görünmüşlerdir. Ancak nâkıslık yahut kötü bir fiil görürseniz işte bu farklı renkteki sarığı taktım, anlayın ki bu bize ait bir nâkıslık ve edepsizliktir. Bu halimi yolumuza isnad etmeyiniz demek içindir.” diye mukabelede bulunmuş.

Ah dervişlik, ah teslimiyet, nerde bu zarafet, nerde zamanemizin halîfe bozuntuları... Bir adam ki yoldaki laubaliliği artıyor, dervişlikte ilerlemeyi yolun erkânıyla istihza zannediyor, o adamdan keşiş bile olmaz, keşiş! Peki, niye başına tâc kondu? Anlattık ya, yeni yetişenlerle karışmasın, mektebe yeni dâhil olanları da karıştırmasın diye. Çağı geçmiş, kaşarlanmış talebe yeni gelen talebelerin ahlâkını bozar. Tabiî yeni gelen de hocasını bırakır, o eski kabakların yanında oturur kalkarsa onun da terbiyesi başlamadan biter. Tarikatta kıdem, tekkedeki nizamı ve tevhîdi sağlamak içindir. Yoksa kıdemli kişi de bunun farkında olup mesuliyetine göre hareket etmek mecburiyetindedir. Cemaati muhafaza için konulan bu nizam, bazı ham kişiler tarafından yanlış anlaşılır. Meselâ mescide gittiğinde imam efendi namazı kıldırır. İmamın namaz kıldırması Allah Teâlâ’ya çok yakın olduğundan mıdır? Yani cemaatin içerisinde takva cihetinden ve Allah’a kurbiyyet veçhesinden daha yüksek halli kimse yok mudur? Elbette vardır. Bilemesek de böyledir. Amma cemaatin intizamı için bir kişinin imam olması icap eder. Bir başka misal, ordudaki askerleri düşün. Kimisi paşadır, kimisi kapıkulu, kimi serasker, kimi çavuş. Şimdi sen buna bakarak “Paşanın rütbesi çavuştan daha yüksektir, ol sebepten vatanını ve milletini çavuştan daha çok sever.”

diyebilir misin? Öyle neferler vardır ki vatanına canıyla kanıyla bağlıdır. Öyle rütbeli kişiler vardır ki vatan sevgisinden bihaberdir. Bunu mukayeseden bile âciz olan bir kişi, kendisini “şeyh oldum, kıdemli oldum” diye bir halt zannederse ağzının burnunun eğilmesini çarpılma zannetmesin. Ona çarpılma denmez. Bu yolun âşık bendegânına dil uzatmak ve bu yolun ahlâkından ve feyzinden nasîbdâr olamamak, uzaklaştırılmak… İşte en büyük çarpılma budur.

Büyüklerden birine sordular: “Resûlullah’ın (s.a.v) sizce en tehditkâr sözü hangisidir?” diye. O zât-ı âli de buyurdu ki: “Fe in lem testahyi fesna’ bimâ şî’t / Şayet utanmazsan istediğini yapabilirsin” sözüdür. Orada bulunan kimseler: “Efendim niçün bu söz üzerinde bu kadar duruyorsunuz? Başka söz değil de niçün bu söz?” dediklerinde hazret cevap vermiş: “Yahu baksanıza, bu sözle alakasını kesiyor Resûlullah. Bir kişinin Resûlullah Efendimizle alakasının kesilmesi dünyada da âhirette de hiçbir ceza ile mukayese edilmez. Daha ne olsun. Resûlullah ‘benim terbiyemden düştün’ dediği anda o kul nasıl Rabbü’l-Âlemîn’in huzuruna çıkacak yüz bulsun. Neûzübillah…”

İhsan Efendi, bu kisve sana tekbirlendi. Bu esmâ telkin edildi, eline icâze verildi, Fatihâ-yı Şerîfe’ye mezun kılındın, sakın ha ciddiyetten uzaklaşmayasın. Zamane halîfeleri veya şeyh bozuntuları gibi, ibadet taatı, ilmi ve hizmeti hafife almayasın. Namazda laubali, dervişânla münasebette lengerendaz (geniş, umursamaz) olmayasın. “Biz artık olduk, öyle yeni dervişler gibi mahcup, boynu bükük dolaşmamız için hâcet yok, bizde hata ne gezer, hatalı olsaydık hiç bu makamlara çıkar mıydık?” diyen ve bu sapık düşüncede olan edepsizler gibi olma. Yoksa büyüklerimizi bilemem amma, fakirin hakkı sana haram olsun ve iki elim yevm-i mahşerde yakanda olsun.

Şeyh İhsan Efendi, emanete riayet etmek her hafta sarığını cübbeni çıkarıp ütülemek değildir. Bu iş icâzeyle de olmaz. İcâzeni alıp misk-i amber kokuları içerisinde muhafaza etmen evet bir ta’zim işaretidir. Amma esas sana lâzım olan hal bu silsileye mensup olduğunu ve meşguliyetinin çok ağır olduğunu idrak etmendir. Bir zâta sormuşlar: “Efendimiz, silsileniz nereye varıyor?” diye. O da cevap vermiş: “Evlâdım, silsile ile bir yere varılmaz.” Kimisi için icâze huzurdan kovulmanın alâmetidir. Hatta bu işin erbâbı olan meşayih icâzelere bazı küçük işaretler koyar. Erbâbı halden anlayamazsa o herifin icâzesine baksın da ne olduğunu anlasın diye. Kimisi için izn ü icâze ve tâc u hırka giymek hal üzere hayatın başlangıcıdır. Eğer ihlâs ile hizmet ederse ve dâima o mahcubiyet ve muhabbetle yoluna inkıyad ederse, mukarreb kullardan olur. Uzaktan avucunu açıp güneşi kapatanlar gibi olmaz. Amma öyle bir hale gelir ki, vallahi ve billahi müşahede ile söylüyorum, avucunun içine o güneşi sığdırır ve erbâbına elinin ayasından âlemi seyrettirir, âlemlere sığmayan o manâyı akıtıverir. Hal ehli zâtın nutkunda geçen söz işte buna işarettir.

“Arş-ı rahmandan geniştir, bir elin el ayası.” Fefhem.

Şeyh İhsan Efendi oğlum, şimdi bir nevi kendinle baş başa kaldın. Evvelden, sana vesâyet eden, himayet eden büyüklerinin gölgesindeydin, şimdiyse hayata atıldın. Büyükler büyüklerinden aldığı terbiye üzere ve devamlı onlarla irtibat halinde olarak, âlâ hallere vâsıl oldular ve büyüklüklerini yaptılar. Şimdiden itibaren bu mezuniyetle siz de murâd edilen hal üzre bulunmaya gayret edin. Küçük bir çocuk, halının üstüne pislese, halıyı temizler, poposuna da iki şaplak atarlar. Koskoca bir adam bunu padişahın huzurunda yapmaya kalksa bırak def-i hâceti, yellense veya esnese cezayı mucîb olur. Aman evlâdım, tâc emanettir. Hırka da o tâcın temsil ettiği manâya hizmet etmektir. Beline kuşatılan kemer, nefse muhalefet ve mahlûkata hizmette sabitkadem olmaya işarettir. Bu hal üzre gayret et ve Hakk Teâlâ’dan daima yardım talep et. Keramet derdinde olma. Keramet, adı üstünde

kerem ve kerîm kelimesinden gelir. İstemeden verilen hale denir. Mucize farklıdır. Mucize, nebilerin Allah Teâlâ’dan istedikleri haldir. Nebî ve rasûller mucizeyi sahiplenirler. Velîler ise istemeden kendilerine ikramda bulunulduğu için onu sahiplenmezler, sahiplenemezler. En büyük kerâmet, Efendimizin ahlâkı üzerine olmaktır. Vesselâm.

“Maksûdum Allah, matlûbum da rızâ-yı ilâhîsidir” diyenlere bu yolun çeşme-i feyzinden kana kana içmek nasîb olur. Kurbiyyet ve cemâlullaha vuslat nasîb-i müyesser olur. Onlar libasü’t-takva ve Rasûlullah Efendimiz’in ahlâk-ı Muhammedîye’si ile taltif olurlar. Kesâfetleri letâfete inkılab olur (dönüşür), daha ne olsun! Bundan güzel hal mi vardır? Hilkatteki ve bu dünya âlemine gelişteki gaye bu değil midir? Derviş, bunu idrâk eden kişi, her şeyiyle bu ruha ruhunu feda eden kişi değil midir? Buğday isteyene buğday, himmet isteyene himmet verilir. Vesselâm. Kim ne için hicret ederse onu bulur vesselâm. Olmuş insanın, kâmilin sözünden ham ervah bir şey anlamaz. Vesselâm.

Şeyh Efendi, sakın kendini bir şey oldum zannetme, dünyanın en ahmak kişisi kendisine zerre kadar değer verendir. Eskisinden daha fazla tevâzu ve hilmiyet üzere bulun. İlme ve sadrına nüzul eden manâya rağbet et. Hakîkî ilimden nasîbdâr olmak için dâima rabıta-i kalb ile tefekkür et ve bu ilmi hayatına tatbik et. Sırat-ı müstakimde sabitkadem olmak için başka yol yoktur bilesin. Bu usûlü beğenmez, bundan başka yol ararsan düşersin.

Vakitler hayrolsun. Şerler defolsun. Âsiler ıslah olsun. Münkîr ve münafık perişan olsun. Demler, safalar ziyâde olsun. Kalp gözlerimiz küşâd, çerağlar rûşen olsun. Taklitlerimiz tahkîk, ibadet taatımız kabul olsun. Seyran u sülûklar âsân, maddî ve manevî rızıklar meftuh olsun. Kalplerimizden mâsiva ihraç olsun. Âşıklar vuslat bulsun. Cenâb-ı Hakk sizleri ve bizleri kendinden râzı olan ve neticede kendilerinden de râzı olunmuş kullarından eylesin.


Editör diğer yazıları